31 Ekim 2010 Pazar

Patavatsızlık ve basiretsizlik

Beşiktaş-Sivas maçından iki ilginç maç sonu açıklamasına değinmek istiyorum. Schuster oynanan oyundan hiç memnun olmadığını söylerken Lig TV muhabiri Ömer Güvenç (ben hala neden orada muhabir olarak istihdam edildiğini anlayabilmiş değilim) öyle bir soru sordu ki ben evde oturduğum koltuktan düşüyordum az daha. Schuster'in o anda neler hissettiğini düşünemiyorum bile. Soru şu: "Spor yorumcuları Beşiktaş'ın sistemi olmadığını söylüyor, siz buna katılıyor musunuz?"...Dikkat edin zat-ı muhterem bu soruyu direk Schuster'e soruyor! Cevap da aynen şöyle: "Tabi tabi katılıyorum". Böyle bir soru sorma cüretini nerden bulduğu bir yana acaba nasıl bir cevap almayı düşünüyordu. Sonra da bu "Paparazzi" spor muhabirlerinin sordukları abuk sorulara aldıkları abuk cevapları manşetlere taşıyıp bu teknik adamlara bel altı vuruyoruz. Bunun adı nedir? Patavatsızlık...

İkincisi ise klasik bir Rıza Çalımbay açıklaması. Şu yazıda değindiğim hastalıklı noktaların aynısını Sivas'ta da devam ettiriyor Çalımbay. Yine şanssız ve basit gollerden yakınma ve mükemmel bir ikinci yarı oynadıklarını iddia ederek yine oyunculara abartılı mesajlar gönderme...Bu şanssız ve basit golleri yiyen takım senin takımın. Her ne kadar sen bu takımın başına geleli çok kısa bir süre geçse de bu sorumluluğun altına senin de girmen lazım. Teşhis buydu...Tedaviyi ise çok çalışarak aşacakları üzerine koydu hoca. Ama sen Eskişehir'de iken de giderayak aynı şekilde yenilen basit gollerden bahsediyordun. O zaman sen o takımı iyi çalıştırmıyordun, doğru mu? Bunun adı nedir peki? Basiretsizlik...

Özet olarak dilin kemiği yok. Birisi yayıncı kuruluşun tecrübeli(!!!) muhabirlerinden, diğeri de bir Süper Lig ekibinin teknik direktörü. Ama maç sonunda sordukları ve söyledikleri bunlar işte. İnanmak gerçekten zor…

Beşiktaş:2 - Sivasspor:1...Maç sonu analizi


Hafta içi kupadaki Mersin İdman Yurdu maçında çok zorlamasına rağmen skoru uzatma dakikalarında bulmuştu Beşiktaş. Rakibin güçsüzlüğü ve Guti'nin varlığı maçı rakip alana yıkmalarının temel sebepleri idi. Bu maç da aşağı yukarı bunun benzeri sebeplerin etkisi ile ilk yarıda Beşiktaş'ın domine ettiği bir oyun oldu. Gol erken geldi, rakibin direnci kırıldı derken ilk yarı bitti. İkinci yarı ise tam tersi bir tabloya sahne oldu İnönü. Sivas'ın MİY'den farkı teknik adam değiştirmiş ve ara gaz almış  bir takım ve daha tecrübeli oyunculara sahip olmasıydı. Dolayısı ile maç içinde yakalayabilecekleri bir kıvılcım tekrar ayağa kalkmalarına sebep olabilirdi. Ve bu kıvılcımı da çok temel bir hata yapan Necip onlar için yakmış oldu. Kalenize çok yakın yerde yan pasları ne kadar çok yaparsanız kalenizde tehlike yaşama olasılığınızı da o kadar arttırırsınız. Beşiktaş'ın yaptığı da bu...Büyük tecrübesine rağmen Guti bile bunu 5-6 kere yaptı sezon başından beri. Beşiktaş'ın orta saha ve defanstaki oyuncularının ayaklarının iyi olduğunu söylemek zor. Dolayısı ile oyunu o bölgede değil ileride oynamaları lazım ve Schuster'in sistemi de aslında bunu tetikleyen ve isteyen bir sistem. Buna rağmen geride ısrarla tekrarlanan bu paslar eninde sonunda hataya ve maçın zora girmesine neden oldu. Hata olacaktır elbette. Bu pas hatalarını Guti yaparken Necip'e çok yüklenmek doğru değil. Ancak hataların sebebini iyi değerlendirmeleri lazım oyuncuların.

Takımda işlemeyen diğer bir nokta ise sağ ve sol önde Quaresma dışında orada hala 2 maç üstüste verim alınan bir oyuncu bulunamaması. Holosko, Tabata, Nihat, Hilbert, Ekrem gibi o bölgede kağıt üstünde bir sürü alternatif olsa da bu oyuncuların hiçbiri o bölgenin gerektirdiği teknik özelliklere tam anlamı ile sahip değil. Bu oyuncuları hepsi tek tönlü oyuncular. Top önlerinde iken iş yapabilecek adamlar ama sırtı dönük top aldıklarında ya da topla içeri katetmeleri gerektiğinde veyahut verkaça girdiklerinde inanılmaz verimsizler. Form durumları bir yana oyun karakterleri buna müsait değil. Hal böyle olunca iş sadece Guti'nin bu adamların önüne atacağı ince paslara kalıyor ki bazen bunlar bile işe yaramıyor. Schuster'in bugünkü tercihi ise solda Holosko, sağda Tabata şeklindeydi. Eldeki malzeme bu olsa da en azından Holosko'nun diğer kanatta kullanılması gibi bir tercih yapılabilir burada çünkü ters kanatta Holosko'nun topla münasebetinin iyi olmaması yüzünden önüne atılan topları bile almakta zorlanıyor. Tabata ise çabalamasına rağmen yukarıda saydığım meziyetleri barındırmaması yüzünden verimli olamıyor bu bölgede. Querasma'nın dönüşü, en azından bir kanadı ve hatta o sahadayken Schuster'in sık sık başvurduğu bu iki kanattaki adamın yer değiştirmesi sebebiyle zaman zaman iki kanadı da işler hale getirecektir. Dikkat edilirse o yokken bu değişikliklere fazla başvurmuyor Alman teknik adam.

Necip bugün yaptığı hataya rağmen sahanın en iyilerindendi. Maça aslında yine iki kritik pas hatası ile başlamıştı ama attığı gol onu ayağa kaldırdı. Sezon başındaki gibi öne doğru oynama iştahı yerine geldi. İkinci yarıda iki kere topla çıkışı ve pozisyon yaratması ondan beklenilen ve potansiyelinin olduğunu bildiğimiz hareketler. İyi başlayıp kötü bitirdiği bu maçın sonunun, moralini bozmasına izin vermemeli Necip. Attığı gol aklını kullanmasını bilen bir oyuncu olduğunu gösteriyor. Günden güne de tecrübe kazanıyor. Şimdi artık yavaş yavaş olgunlaşıp bu iniş çıkışların onun oyun karakterini etkilemesine izin vermeyecek Necip. O beni gözümde Lampard...Hep de onun gibi oynamaya çalışmalı. Hatalar yapsa bile...Ama Aurelio sonrası olduğu gibi silik, hata yapmaktan korkan ve özgüvensiz oyun karakterine bürünürse o zaman sıradanlaşır. Bu maç onun dönüşünü müjdelemiştir umarım.

Son olarak Schuster'in beni hayal kırıklığına uğrattığı iki nokta ile bitirmek istiyorum. İlki maç sonunu Yusuf, Fatih ve Nihat gibi fizik olarak iyi durumda olmayan adamlar ile oynadı ve Sivas'tan inanılmaz bir baskı yedi. Oysa oyuncu değişikliklerinin ardından sahadaki 11'in fizik olarak daha iyi duruma gelmesi lazımdı girenlerin yardımı ile. Ama 3'ünü aynı anda sahaya koyunca Sivas'ın baskısına cevap veremediler. Diğeri ise, Schuster'in Onur Bayramoğlu ve Ali Kuçik'e güveni umarım bir iki maçlık değildir. Porto ve Kayseri önünde onlara güvenip formayı veriyorsan Sivas'ta bu güvenin sürekliliğini göstermek zorundasın. Her ikisi de ilk 18'de bile yoktu maalesef.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Mehmet Ekici'nin tercihi neden önemli?


Hiddink'in Milli Takım'daki ikinci dönemi diye adlandırabileceğimiz "post-Azerbaycan" döneminin ilk somut adımı bugün Almanya'dan gelen bir haber ile atılmış oldu. Bayern Münih altyapısından yetişen ve bu sezon başında kiralandığı Nürnberg'de düzenli olarak forma şansı bulan 90 doğumlu Mehmet Ekici Milli Takım tercihini Türkiye'den yana kullandı.

Bilindiği üzere Hiddink'in bu ilk 4 eleme maçında tercih ettiği oyuncular, sistem ve çalışma yöntemi özellikle Almanya ve Azerbaycan maçlarının ardından şiddetle eleştirilmişti. Bu eleştirilerin düzeyi şayet skorlar bu şekilde olmasaydı, bu kadar sert ve acımasız olmayacaktı. Ancak kadro seçiminde çıkan homurtular bu son iki maç sonrası Hiddink'in teknik adamlığının sorgulanmasına kadar varmıştı. Özellikle Terim döneminde neden sesi çıkmıyor diye eleştirilen Oğuz Çetin, Hiddink döneminde ise kadroyu bizzat kendisi kurmakla suçlandı. Sezon öncesi Amerika kampı için oyuncu seçimindeki esneklik ve yenilenme sinyalleri bu 4 maç ile acaba eskiye mi dönüyoruz sorularını getirmişti herkesin aklına. Aslında Hiddink bu 4 maçı bilinen oyuncular ile kadroyu fazla kurcalamadan oynayacağını satır aralarında söylemişti. Belki o da bu kadar büyük bir tepkiyi beklemiyordu gelen mağlubiyetler sonrası. Ve belki de o yüzden yenilenme sürecine bu kadar atak ve medya odaklı başladı. Maç izlemiyor diye eleştirilir iken Anadolu kulüplerinin maçlarına gitmeye başladı (örneğin geçen haftaki Trabzon-Gençler maçı). A2 maçlarını izleyerek gençlere yeni dönemde önem vereceğini gösterdi. Yurtdışında, özellikle Almanya'daki oyuncuları bu takımın içinde düşündüğünü gösterircesine, maçları yerinde takip ediyor . Son olarak Almanya'da göz önündeki en ciddi isim Münih'li Mehmet Ekici ile bizzat görüşmesi ve oyuncunun Türkiye tercihi bu çalışmaların ilk meyvesini vermesi açısından önemli. Peki başka neler getirecek bu tercih?

En önemlisi Mehmet potansiyelli bir oyuncu ve bizim en "kurak" pozisyonumuz olan orta sahadaki iki yönlü oyuncu ihtiyacımızı giderebilecek bir isim. Bu gölgede Necip dışında başka öne çıkan bir isim de olmadığı için, gittikçe yaşlanan orta sahamızı gençleştirecek ve geliştirecektir Mehmet. Almanya'da ve özellikle Münih disiplini ile yetişmesi ve genç Milli Takım'larda çok şans bulması bizim adımıza büyük bir artı. Disiplin ve devamlılık konusunda umarım takımın önünde ve diğer genç oyunculara örnek olabilecek bir oyuncuya sahip olmuşuzdur. Sezon başında Van Gaal'in onu bırakmak istememesi ancak Mehmet'in sahada olmak adına tercihini ayrılmak yönünde kullanması onun potansiyeli hakkında bize ipucu veriyor. Amacında da başarıya ulaşmış gözüküyor çünkü bu sene 9 karşılaşmanın 8'inde ilk 11'de başladı Nürnberg'de ve bunların 3'ünde 90 dakikayı tamamladı. Bundesliga için ciddi süreler bunlar. Ayrıca gelecek sezon için Münih'te oynaması adına umutlu olabiliriz. Bayern'in Kroos üzerinde geçen sene izlediği politikayı ve bu sene ondan azami ölçüde yararlandığını görünce Mehmet de gelecek sene orada formayı sonuna kadar zorlayacaktır.

Bu tercihin Türkiye için bir diğer önemi ise son yıllarda Almanya'daki oyuncular üzerinde kaybettiğimiz etkinin tekrar kazanılması açısından ciddi bir adım olması. Mesut Özil'in de başarısı ile beraber oyuncuların Almanya için oynama isteklerinin artması beklenebilir bir durum. Ancak Mehmet bu rüzgarı ters çevirebilecek ve İlkay Gündoğan, Ömer Toprak ve Taner Yalçın gibi isimler için de referans noktası olabilecek bir duruma geldi. İşin doğrusu bu Sinan Bolat olayında prestij kaybına uğradık. Yıldıray'ın da son dönemde kaybedilmesi bir başka problemli nokta idi bizim adımıza. Şimdi Bundesliga'da yükselen bir değer bizi tercih etti ve biz de bunu hem sportif alanda hem de masa başında kullanabilmeliyiz. Alman Milli Takım'ında da yeniden yapılanma sürecinde taşların yerine oturması, tercihleri bu sürece yeni başlayan bize doğru kaydıracak bir başka sebep olabilir.

Bu rüzgarı iyi değerlendirmeli ve Mehmet'ten azami ölçüde yararlanmalıyız. Onu Bayern'in A takımına çıkartan isim Jürgen Klinsmann idi ve umarım dünya piyasasına sunan isim de Hiddink olur.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Ferguson'un yeni "tetikçisi": Javier Hernandez


Geçen hafta içinde Wayne Rooney'nin isyanına yol açan Manchester United kadrosuna bu sene katılan ve Güney Afrika'dan önce çok fazla kişinin de ismini duymadığı Meksikalı Javier Hernandez, nam-ı diğer Chicharito, Premier Lig'e ve bu seviyedeki futbola çok hızlı alıştı. Berbatov'un üstün formu bu sene ManU'nun kurtarıcısı oldu çünkü Rooney'in kafasının başka yerde olduğunu geçen hafta gördük. Michael Owen ise kariyerinin "Real Madrid ve sonrası" dönemini sürekli sakatlıklarla geçirdi. Geçen sezonun büyük kısmını kaçırdı ve bu sene yine sakat. Haftasonuna dönmesi beklenirken antrenmanda yine o meşhur dizinden sakatlanmış ve bir kaç hafta daha ona futbol yok gibi gözüküyor. Macheda ise yıllardır beklenen ama bir türlü yapamadığı o patlamayı bu sene de yapacağa benzemiyor. İşte bu gri tablonun içinde Alex Ferguson'un keşfi "Chicharito" bu senenin parlayan ismi oldu.

Her ne kadar Rooney isyan etse de Alex Ferguson'un bu tarz oyuncuları bulup çıkarması ve daha da önemlisi onlardan yararlanmanın bir şekilde yolunu bulması bambaşka bir iş. Bu hakikaten saf ve su katılmamış tecrübe! Çünkü oyuncu ne kadar yetenekli olursa olsun, hem teknik hem de fizik anlamında seviyenin bu kadar farklı olduğu bir lige bu kadar kısa zamanda uyum sağlaması tamamen onu bulup çıkaran ve ona güvenen teknik adamlara bağlı. Sir de yaz döneminde herkeste soru işaretleri oluşturan bu transferde ne kadar haklı olduğunu yine cümle aleme göstedi.

İlginç bir futbol stili var Hernandez'in. Modern futbolun hücum oyuncularından olmadığı kesin. Bir kere fizik olarak o Premier Lig'in sertliğine nasıl dayanabilir sorusu geliyor insanın aklına ilk görüşte. Ancak inanılmaz bir gol sezgisi var onda. Maç içinde kaybolsa da öyle imkansız pozisyonlarda öyle yerlerde duruyor ki işte bu zor pozisyonlardan kolay goller buluyor. Ferguson onu bir zamanlardaki gözdesi Norveçli "bebek suratlı katil" Solksjaer'e benzetiyor. Ve aslında onunla neden sözleşme imzaladığını da bize anlatıyor bu cümleleri. Hızlı ve her iki ayağına hakim...Zekası ile fiziksel dezavantajını kapatmasını çok iyi biliyor. Maç kazandıran adamlardan...Maç içinde tahammül etmesi zor olabilen ama size her an skoru getirebilecek bir golcü.

Geçen sene Meksika'da Guadalajara'da (Meksika'nın Chivas ile beraber en başarılı takımı ki bünyesinden Omar Bravo ve Depotivo'lu Guardado gibi isimler çıkardı son yıllarda) 29 maçta 21 gole ulaşıp dikkatleri çekmişti. Bu sene ise Premier Lig'de oynadığı 5 maçta 3 golü var ve yanılmıyorsam hepsi de maç ya da puan kazandıran goller. ŞL'de de 1 golü var. En son dün akşam Lig Kupası'nda son dakikada Wolves'un canını yaktı ve turu getirdi ManU'ya. Uzun vadede United'ın golcüsü olur mu bilinmez ama bir gerçek var ki Sir bu tarz adamları seviyor ve onlardan bir tanesi zamanında kendisine Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu getirmişti. Evet Solksjaer'den bahsediyorum...Ve yeni Solksjaer'ini de bulmuş gözüken Ferguson'un onda ısrar edeceğini de biliyorum.

Penaltılar tekrarlanmasın!


Penaltı tekrarı, futbolun modifiye edilmesi gereken kurallarından biri bana göre. İki neden ötürü...İlki, aynen kalecinin topu kontrolü altına aldıktan sonra elinde 5-6 saniyeden (yanılmıyorsam kitapta da bu " 5-6 saniye" tabiri geçiyor ki bu da suistimale açık, net olmayan bir kural) fazla bekletmesi sonucu cezalandırılması gibi fazla subjektif bir kural olması. Özellikle ceza sahasına giren oyuncular sebebi ile penaltı tekrarı kararı fazla ağır. Zaten atış esnasında o bölge ana baba günü gibi oluyor ve kimin ne zaman girdiğini orta hakem süzemeyebiliyor. Şu ana kadar da hiçbir maçta yan hakemlerin orta hakeme bu konuda yardımcı olduğunu görmedim. Demek ki sadece tek bir çift göz aynı anda eylemin kendisini, kalecinin çizgi üzerindeki hareketini ve ceza sahası çizgisini kontrol etmek zorunda ki ne kadar zor bir iş olduğunu söylemeye lüzum yok. Mevcut kurallarda, penaltı atışı sonucu avantajı (ya da skoru) elde eden takımdan birisi ceza sahasına girerse atış tekrarlanır. Örneklendireyim...

1-) A takımı penaltı attı ve gol oldu. Ancak hakem ceza sahasına atıştan önce A takımından bir oyuncunun girdiğini gördü. Karar: Penaltı tekrarı...

2-) A takımı penaltı attı ve kaçırdı. Ancak hakem ceza sahasına atıştan önce rakip B takımından bir oyuncunun girdiğini gördü. Karar: Penaltı tekrarı...

3-) A takımı penaltı attı ve gol oldu. Ancak hakem ceza sahasına her iki takımdan oyuncuların girdiğini gördü. Karar: Yine penaltı tekrarı

Bana kalırsa gol olduktan sonra ceza sahasına birileri girmiş girmemiş çok da önemi kalmıyor. Çünkü penaltıyı atan ile kaleci arasındaki reaksiyon alanına bir etkisi yok bu giren oyuncuların. Kaçırması durumunda tabi ki tekrar ettirilir yukarıda yazdığım 2. kurala göre. Yani 1. ve 3.kurallar şahsi fikrime göre gereksiz ve hücum eden yani penaltıyı atan takımın aleyhine işleyen kurallar. Rakibin konsantrasyonunu bozmak adına defans yapan takımın suistimal edebileceği bir kural.

Bu haftasonu Nuri Şahin'in Hoffenheim karşısında kaçırdığı penaltı bir kez daha sorgulattı bana bu kuralı. Nuri mükemmel bir ilk penaltı kullandı ancak hakem Barrios'un (Dortmund'lu) ceza alanına erken girmesi yüzünden tekrarlattı atışı ve 2. atışı da kaçırdı maalesef milli oyuncumuz. Olayın Nuri özelinde yaşanması, bu sene Dortmund sempatizanı olan bu satırların yazarını belki biraz fazla etkiledi ancak objektif düşündüğümde de, değişmesi fırtınalar yaratmayacak ve hatta oyunu hücum eden takımın avantajına çevirecek bir kuraldır bu.

26 Ekim 2010 Salı

Azap Yolu


Geçen sezonun bitişi ile Beşiktaş hem sportif hem de yönetimsel anlamda başka bir yol tercih etti ve bu yolda yürümeye başladı. Mustafa Denizli'nin 2 sezona yakındır oynattığı defansif ve skora yönelik futbol anlayışının yerine, seyir zevki yüksek, yıldızların üstüne kurulu ve hücum yapmanın takımın temel felsefesini oluşturduğu bir sistem..."Fevri ve tek adam" Demirören'in yerine de "bütünleştirici ve sağduyulu" 2010 model Demirören yönetimi...

Bu yolun seçilmesi ile de futbol felsefesi bu sistem ile uyuşan Schuster ve onun, sistemini üzerine kuracağı 2 yıldız Guti ve Querasma alındı. Kadroya takviyeler yapılsa da geçen seneye göre inanılmaz bir değişim yaşanmadı. Özellikle Denizli'nin kendi döneminde bu takıma başarı ile oynattığı sistemin yıldızları olan Toraman, Sivok, Ferrari ve Ekrem kadroda tutuldu. Hatta Zapo da sene sonu "başarılı karne" getirmesi sebebi ile Bursa'dan geri çağrıldı. Ve ilerisi için Ersan takviyesi yapıldı. Yani takımın defansif omurgası fazla kurcalanmadı. Belki de sezon başında alınan başarılı skorlar ile göze fazla çarpmayan bu yeni sistemin arızalı tarafının temelleri de bu tercih ile atılmış oldu. Yani farklı bir anlayış ile sahada olacak yeni Beşiktaş'ın defansı, bu sistemin doğasına aykırı ama kağıt üstünde 2 senedir gayet başarılı olan isimler ile oluşturuldu. Toraman ve Sivok Denizli'nin takımının temel direkleriydi. İlk senesinde şampiyonluğu bu adamlar ile kazanmıştı. Ardından geçen sene gelen Ferrari yine Beşiktaş'ın kısır sezonunun en önemli isimlerinden biri idi ki İnönü'deki Bursa maçında sakatlanıp çıkması ve ardından Beşiktaş'ın 2-1 önde götürdüğü karşılaşmayı 3-2 kaybetmesi ile onun uzun süren sakatlığı Beşiktaş'ın ligden kopmasının sebebi olarak gösterilir. Düşünün Beşiktaş'ın şampiyonluğu bir stoperin olmaması ile sekteye uğruyor ki bunda haklılık payı da vardı. Çünkü geçen senenin sistemi Ferrari'yi yıldızlaştırıyordu. Ve yine geçen senenin, defansif prensipler üzerine kurulu sistemi ile şampiyon olan takımının stoperi Zapotocny. Elde olan 4 stoperin 3 tanesi (Toraman'ı ve Sivok'u  belli özelliklerinden dolayı yarımşardan sayarsak) Schuster'in sisteminde kulübede dahi oturamayacak nitelikte başka bir sistemin adamlarıydı. Kayseri maçı da gösterdi ki açıktan bozma sağ bek Hilbert ile iki stoper Toraman ve Zapo yerleşme, alan paylaşma ve birbirlerini yönetme konusunda çok acizler. İbrahim Üzülmez ise o kadar yorgun ve yalnız ki diğerlerine ayak uydurmak zorunda kalıyor. Oyunun boyunu kısaltırken beklerin ve stoperlerin birbirlerinin dilinden çok iyi anlıyor olması lazım ki, nasıl İstanbul ve Türkiye diyince akla kebap ve rakı geliyorsa Beşiktaş diyince akıllara defansının arkası "Konya Ovası" gibi olan bir takım gelmesin. Ama maalesef bu oyuncular ile bu arızanın giderilmesi imkansız gibi. Ve bu yüzden de Kayseri gibi, Manisa gibi, Belediye gibi hızlı adamları olan ve biraz kafası çalışan teknik adamlara sahip takımlar Beşiktaş karşısında şov yaptılar. Yani özet olarak her ne kadar "hücum, ayağa pas, kısa boylu oyun" gibi modern prensipler üzerine kurulu bir anlayış benimsense ve buna göre hücum oyuncuları alınıp (Guti&Q7), eldekilerin bazıları (Ernst&Bobo) da sisteme uydurma adına başarılı olarak modifiye edilse de arka tarafa gerekli özenin gösterilmemesi 4 ay gibi kısa sürede sistemi çökme tehlikesi ile karşı karşıya bıraktı.

Bu haftalar Beşiktaş adına çok kritik haftalar. Üstüste 4 mağlubiyet sınırları zorlayan bir istatistik olsa da bu gibi durumlarda camianın sağ duyulu ve soğukkanlı olması lazım. Gelecek adına...Ki şu an da bunu başarıyor Beşiktaş camiası. Elde, sezon başında oynanan iyi futbol ve geriye dönecek bir Quaresma ile daha hazır hale gelecek Guti var. Hatta Fatih Tekke'nin varlığı bile, iyi zamanlarının hatırlanması ve o zamanlardan esintileri bugüne taşıyabilmesi umudu ile camiayı ayakta tutuyor. Schuster ise "Nihat ısrarı" dışında falso vermeyerek ve Onur, Necip, Ali gibi gençleri oynatmaktaki cesareti ile reyting kaybetmedi. Ama elbette "burası Türkiye" ve rüzgar bir anda yön değiştirebiliyor. Hani ben şahsen Beşiktaş 2-3 maç daha kaybetse neler olur sorusunun cevabını vermekte zorlanıyorum. İşte tam bu yüzden de bu haftalar çok kritik. İyi futbol ya da iyi futbol işaretleri ile tolere edilen bu 4 mağlubiyet, skorun bir kaç maç daha gelmemesi ile Schuster'in başına bela olabilir. Camianın tolerans bandının daralacağı an her an patlak verebilir. Bu yüzden önümüzdeki maçlarda mutlak suretle kazanmalı Beşiktaş.

Peki biraz da geleceğe bakalım. Teşhisi yaptık, senaryoyu da biraz ileri götürelim ve Schuster'in ilk yarıyı Q7'nin de dönüşü ile kör topal tamamladığını ve kredisini yitirmediğini farzedelim. Her ne kadar Necip, Ali, Onur şu ana kadar bize pembe tablolar çizdirmese de bu oyuncuların da bir miktar maç tecrübesi edinmesi ile kıpırdandıklarını varsayalım. Devre arası elbette, bu takımın yaratılma aşamasında üvey evlat muamelesi yapılan defansına "adam gibi" takviyeler yapılmalı (çoğul ekine dikkat!). Guti'nin bir sene daha yaşlanacağı gelecek seneye hazırlık anlamında onu yedeklemek için şimdiden oyuncular izlenmeye başlanmalı. Bu esnada mutlak suretle eldeki bu gençleri bir kenara itmeden Türkiye Kupası maçları ile onları seneye hazırlamalı.

Schuster'in avantajı kredisinden halen birşey kaybetmemiş olması. Bu bir kaç haftayı kazasız atlatırsa önünü daha iyi görecektir. Ama mutlak suretle bugünü planlarken gelecek sene için de bazı adımlar atması lazım. Şu bir gerçek ki bu kadro geleceğin Beşiktaş'ı olsun diye bir arada değil. Bu grubun futbolcuları kısa vadede başarı için burada iken, teknik kadrosu ise uzun vadede başarı için burada. Geçişin titiz bir biçimde ve fazla vakit kaybetmeden yapılması lazım. Yoksa Schuster etrafındaki kalabalığın yavaş yavaş azaldığını görecektir.

Rijkaard'ın son zamanlarında taraftarın bir kesimi dışında özellikle medyada ona karşı büyük bir cephe oluşmuştu. Bu tarz teknik adamların Türkiye'de başarılı olamayacağını, bizim onlara göre, onların da bize göre olmadığını savunan bir cephe...Kara cahil bir köye gelen genç bir öğretmen muamelesi yapılıyor bu adamlara. Evet bu köyün ahalisinin pek de modern zamanların çocukları olduğu söylenemez ama Rijkaard gibi, Schuster gibi genç öğretmenlere yeterli zaman ve sabır tanınmaz ise de başımızdan imamlar eksik olmayacak. Onların ki yürünmesi gereken bir "azap yolu". Bazen kendilerine bazen de bize azap çektirdikleri ama sonunda ışığın olduğuna inandığımız bir yol...Rijkaard yolun yarısına gelemeden pes ettirildi ama umarım Schuster aynısını yaşamaz.

Ballon d’Or: Kral kim?


FIFA, Ballon d’Or için 23 kişilik aday listesini açıkladı. Haliyle listeyi İspanyollar ve Barcelona domine etti. Şampiyonlar Ligi şampiyonu Inter'den listede 4 isim var iken, yarı finalde eledikleri Barcelona'dan tam 6 oyuncu var. Her ne kadar onlardan birisi, bu sene takıma katılan Villa olsa da. İspanya'nın Dünya Şampiyonluğu apoletinden torpilli olarak listeye giren Xabi Alonso ve Casillas'ı da sayarsak La Liga krallığını ilan etmiş oldu bütün dünyada. Tam 11 oyuncu soktular listeye. Tamamı Bayern Münih'den 5 oyuncu ile Bundesliga da listenin göze batanlarından. Yine tamamı Inter'den 4 oyuncu ile Serie A ve son olarak Dünya'nın en değerli ve en çok izlenen ligi Premier Lig de yalnızca 3 oyuncu kendilerine yer buldular. Bu listenin hayal kırıklığı da Gyan Asamoah, Drogba ve Fabregas'ı gönderen İngiltere'den hiç bir İngiliz oyuncunun bulunmaması oldu. En azından Rooney bence listede olmalıydı Premier Lig'de geçen sene gösterdiği inanılmaz performans ile ama büyük ihtimalle Dünya Kupası'ndaki vasatın bile altında olan futbolu yüzünden tercih edilmedi. İngilizlerin milli takım anlamında başarısızlığı için bir teşhis niteliğinde aslında bu listede "sıfır" çekmeleri.    

Kim hakediyor sorusunun cevabına gelirsek, işin gerçeği çok zor bir soru. Ama apoletin ismi "Dünya'da yılın futbolcusu" olduğu için, geçen sezonu verimli geçiren ve bunu Güney Afrika'ya taşıyan isimlerden birisi olmalı. Bu koşullarda adayları 3'e indirmek mümkün. Xavi, Iniesta ve Sneijder...Xavi ve Iniesta yıllardır aynı makine düzeni içinde oynayan bir takımın en önemli 2 parçası. Ödülün ismi biraz daha bireysel çağrışım yaptığı için ben oyumu, geldiği takıma (Inter) ve üstelik ilk senesinde büyük aşama kaydettiren (3 kupa şampiyonu) ve milli takımını Güney Afrika'da finale taşıyan (5 gol ile en skorer oyuncu) Wesley Sneijder'e veriyorum. Ama tahminimce Xavi seçilecek! 

                                                   
World Player of the Year nominees:
Xabi Alonso (Spain),
Daniel Alves (Brazil),
Iker Casillas (Spain),
Cristiano Ronaldo (Portugal),
Didier Drogba (Ivory Coast),
Samuel Eto’o (Cameroon),
Cesc Fábregas (Spain),
Diego Forlán (Uruguay),
Asamoah Gyan (Ghana),
Andrés Iniesta (Spain),
Júlio César (Brazil),
Miroslav Klose (Germany),
Philipp Lahm (Germany),
Maicon (Brazil),
Lionel Messi (Argentina),
Thomas Müller (Germany),
Mesut Ozil (Germany),
Carles Puyol (Spain),
Arjen Robben (Holland),
Bastian Schweinsteiger (Germany),
Wesley Sneijder (Holland),
David Villa (Spain),
Xavi (Spain)

24 Ekim 2010 Pazar

Diriliş


Maç sonu hem çevremdeki hem de ekranlardaki Galatasaraylıların yüzleri gülüyor. En azından Hagi'nin yüzü gülüyordu. 10 yıl sonra Kadıköy'de alınan puan değil bunun sebebi, sahada ortaya koyulan "karakterli" oyun. Maç öncesi kamuoyundaki yaygın görüş Fenerbahçe'nin oyunu domine edeceği yönündeydi ancak özellikle ilk yarı boyunca bunun tam tersi yaşandı Kadıköy'de.

Öncelikle Galatasaray'dan başlayalım. Açıkçası yukarıda bahsettiğim bu karakterli oyunun önceki haftalarda neden sergilenmediği ya da en azından çaba gösterilmediği konusunda kafamda soru işaretleri oluştu. Sistem, taktik ve teknik bunları bir kenara bırakalım, futbolcuların o uyuşuk tavırlarından eser yoktu bu maçta. Rijkaard gitti artık ondan hesap sorulacak bir durum kalmadı ama ya geride kalan oyuncular? Bence oyuncuya dayalı düzene de bir çomak sokmak açısından bu durumun yönetim tarafından sorgulanması gerekir. Ancak ben Adnan Polat yönetiminin tereyağından kıl çeker gibi kendilerini sıyırdıkları bu kaostan sonra bir süre bu süt liman ortamı bozmak için bir hamle yapacaklarını sanmıyorum. Bu yüzden de Mehmet Helvacı'nın sinyalini verdiği operasyonun gerçekleşmesi şu an için çok da olası gözükmüyor. Ama bu karakterli oyunu daha önce ortaya koymak için çaba göstermeyen bazı isimlerin karakterleri de sorgulanmalı.

Teknik açıdan bakarsak sahaya 4-2-3-1 düzeninde çıkmış gibiydi Hagi'nin takımı. Ancak Misimovic'in sol çizgiye daha yakın oynadığını gördük oyundan çıktığı ana kadar. Ayhan da Misimovic'in çizgiye yaklaştığı anlarda içeriyi kapattı ve böylece ilk yarıdaki oyun iştahları ile beraber orta sahada bariz bir üstünlük kurdular rakiplerine karşı. Defans hattını da beklendiği gibi fazla öne çıkarmadı arkada boş alan bırakmamak adına Hagi. Daha önce neredeyse hiç verim alamadıkları 3 oyuncu vardı bugün sahada. Elano ve Misimovic en iyi maçlarını oynadılar belki bu forma altında. Ya da en istekli demeliyim...Özellikle Elano'nun bugüne dek görmediğimiz şekilde, oynama arzusu ve oyun konsantrasyonu üst düzeydi. Kanatta adam takip etti, ataklarda içeriye doğru katetti, şut denedi. Eğer tek maçlık bir iştah değilse bu, Hagi döneminde yeniden doğan isimlerin başında gelecek Brezilyalı. Diğer fark yaratan isim ise ileri uçta görev yapan Pino idi. Özellikle hücumda çoğalamadıkları bir kaç pozisyonda fizik gücünü de kullanarak tek başına top kullandı ve etkili de oldu Pino.

Fenerbahçe'de ise Galatasaray'ın oyuna agresif bir şekilde başlamasının verdiği bir ürkeklik vardı maç boyunca. Topuz ve Emre ikilisi fizik olarak rakiplerinin gerisinde kaldılar. Ayhan'ın da orta göbeğe yardıma gelmesi ile Emre geçen hafta Konya maçındaki gibi sık sık ileri çıkamadı. Bu da Fenerbahçe orta sahası ile Niang arasındaki bağlantıyı kesti. Kanatlarda da Elano'nun beklenmeyen iştahlı oyunu ve Misimovic'in topun arkasına geçip Ayhan'ın defansif görevlerini paylaşması sonucu yine etkisiz kaldılar. Etkili oldukları bir iki pozisyonda Niang'ın şahsi becerisi ile geriye gelip, top alıp kaleye gitmesi yatıyordu. Fenerbahçe'nin kenardaki adamları da Semih dışında hazır isimler olmayınca oyuna müdahale etme konusunda yetersiz kaldı Kocaman. Açıkçası o kulübeden kiminle nasıl bir müdahalede bulunabilirdi sahaya muamma.

Futbol adına çok olumlu şeyler olmasa da Galatasaray'ın beklenilenin üstündeki direnişi ve dirilişi maçı bizim adımıza ilginç hale getiren en önemli etkendi. Galibiyet ile ayrılamasalar da sahadan, Kadıköy'deki o tılsıma bir dur dediler. Ama skordan fazlası oyun iştahlarının yerine gelmesi idi herkesi mutlu eden.

"Erişilemez" Feyenoord!


Hollanda'nın Ajax ve PSV'den sonraki en başarılı kulübüdür Feyenoord. 2002'de Pierre Van Hooijdonk'lu kadrosu ile UEFA kupasını kazanmışlardı. En son kayda değer başarıları bu. Ancak o kadronun dağılmasının ardından (geride kalan tek isim Tomasson) hızla çökmeye başladılar ve bugün de dibi gördüler PSV'den tam 10 gol yiyerek. Efsane kulüp şu an sondan 3. durumda ligde. Eğer toparlanmazlar ise sezon sonunda büyük bir hezimet onları bekliyor olacak.

İronik bir şekilde resmi web siteleri de aynen takımları gibi "erişilemez" durumda şu anda. Umarım hem web sitelerini hem de takımlarını düzeltmeyi başarırlar.

Sağlam'ın rotasyon tercihi


Ertuğrul Sağlam bu sezon ligde rotasyona en sık başvuran teknik adamlardan birisi. Şampiyonlar Ligi'ndeki başarısız sonuçlar bir kesim tarafından homurdanma ile karşılansa da ligde hala kaybetmediler. Sezon başında yaptığı açıklamada, transferleri ilk 11 için değil varolan oyuncuları yedeklemek için yaptıklarını söylemişti. Bu söylemine de en başından beri sadık kaldı.

Sağlam'ın rotasyon tercihini daha çok ön tarafta kullandığını görüyoruz. Arka dörtlüde Stepanov'u uluslararası tecrübesi sebebi ile özellikle ŞL'de denemesine rağmen İbrahim Öztürk'den daha çok verim alıyor. Nitekim hafta arası da Manchester maçında ilk devrenin ardından Öztürk ile devam etti maça. Bugün kazandıkları Ankaragücü maçı da dahil olmak üzere 9 maçta sadece son iki hafta üstüste aynı ikili ile başladı ileri bölgede Sağlam. Bu ikili de geçen haftaki Karabük maçı yazısında belirttiğim gibi, bana göre en verimli ikili olan Turgay/Batalla idi. Nunez'i sene başında takıma monte etmeye çalışsa da istediğini alamadı Arjantinli'den ve son 3 maç ona hiç şans vermedi. Turgay/Batalla ikilisi bugün de o bölgedeki uyumlarını gösteren güzel bir gole imza attılar birlikte.

Sağlam'ın bu sezon Sercan'ı kullanma biçimi de ilginç ve zekice. Geçen senelerde Sercan için yapılan en büyük eleştiri güçsüzlüğü ve devamlılık problemi idi. Bunun için ekstra çalışmalar yapıyor mu bilinmez ama bu sezon lig ve ŞL'de tüm maçlarda dakika aldı Sercan ve Ertuğrul Sağlam da onu hiç bir zaman iki maç üstüste kullanmadı ilk 11'de (Eskişehir ve yarıda kalan Antep maçları hariç). Sercan'ı neden sürekli ilk 11'de oynatmadığı şeklinde de eleştiriler var ona ama son iki sezona oranla Sercan'ın tüm maçlarda sahada olması da bu eleştirilere yanıt olan bir cevaptır.

Geçen haftaki Karabük ve bugünkü Ankaragücü maçlarında ise Bursa kariyerinde hiç denemediği bir sisteme başvuruyor teknik adam. Hep sağlam tuttuğu orta göbeği Insua ile bozuyor 2 maçtır. Karabük maçının ikinci yarısında başını ağrıtmıştı bu deney ancak bugünkü maçta, biraz da Ankaragücü orta sahasının yumuşaklığı yüzünden hücum anlamında çok verimli bir gün geçirmelerine neden oldu. Ben yine de uzun vadede bu yola çok sık başvuracağını düşünmüyorum.

Sonuç olarak futbolda bazen de dene-gör politikası ile takımınızı ve sisteminizi şekillendirirsiniz. Ertuğrul Sağlam'ın da yaptığı bu. Bu sayede ikinci yarıda Nunez ve Steinert ikilisi ile yollar ayrılabilir ve as oyuncularını yedekleme konusunda daha istikrarlı ve yararlı isimler ile devam edilebilir.

Fenerbahçe-Galatasaray: Maç öncesi


Önce maçın psikolojik boyutu ile başlayalım. Hafta içi Rijkaard'ın gidişi, yerine kimin geleceğinin tartışmaları ve Hagi ile sonlanan süreç biraz da derbinin taktik ve teknik tartışmalarının önüne geçti. Ama şu bir gerçek ki Galatasaray'daki bu hareketli gündem sayesinde, derbi de bir hafta boyunca Türkiye'nin gündeminde kaldı. Fenerbahçe'nin son 10 yıldır süregelen bariz üstünlüğüne rağmen, hiç bu kadar "ağır favori" gösterilmediği de bir gerçek. Galatasaray'daki değişim uyuyan bir adamı omuzunda tutup şöyle bir sarsmak gibi birşey oldu aslında. Rijkaard neden gitti, neden Hagi geldi tartışmalarına girmeye lüzum yok şu anda. Ama şu bir gerçek ki gelen teknik adamın isminin Hagi olması, haklarında "bilerek oynamıyorlar" ve "takımı sabote ediyorlar" gibi türlü türlü dedikodularun yapıldığı futbolcu kadrosunu silkeleyecektir. Türkiye'de işin bu psikolojik boyutunun ne kadar önemli olduğunu biliyoruz futbolda. Dolayısı ile şu an Florya'da kendilerine çamur atılmış hissedilen, ezildiklerini hisseden ve bu maçın ardından kameralara "işte biz buyuz, gösterdik" demeyi hırsla bekleyen bir grup var. Muhtemelen Hagi ve Tugay da bu 2-3 günlük süreçte futbolculara taktikten çok bu psikolojiyi aşılamışlardır. Ve tahminimce Hagi bu maçta, Mehmet Helvacı'nın dün veya önceki gün bahsettiği olası operasyonda kafası koparılacak oyunculardan yararlanacaktır. Misal Servet...Misal Mustafa Sarp...

Fenerbahçe'de ise Aykut Kocaman son 10 yılın en zorlu derbisi diyerek ekibinin dikkatini ve konsantrasyonunu maça odaklamasını sağlamaya çalıştı. O da Galatasaray da bu yukarıda bahsettiğim havanın nasıl olduğunun farkındadır kesinlikle. Fenerbahçe'de ise yeni isimlerin derbi tecrübesine sahip olmaması bence dezavantaj değil, avantajdır. Niang, Dia, Stoch ve Yobo gibi isimler bu çalkantılı ve kritik derbide "puslu havadan" ziyade oyuna konsantre olacaklardır. Dolayısı ile gündemden etkilenip bunu oyunlarına yansıtacaklarını düşünmüyorum.

İşin taktik yanına gelirsek Galatasaray'da bir mentalite değişikliği olacaktır elbette. Bu kısa süre içinde Hagi'nin oynatmak istediği sistemi yerleştirmesi imkansız olduğuna göre ameliyat yerine kanamayı durduracak bir tampon uygulayacaktır yaraya. Bu yüzden de Türk futbolcusuna yaptırması daha kolay olan savunmayı tercih edecektir Kadıköy'de. Hagi bu maçı kaybetse dahi kendisinin şimdilik birşey kaybetmeyeceğinin farkında. Dolayısı ile Kadıköy'de Fenerbahçe'yi zorlaması bile bu kadar olumsuz bir havanın etkisinde olan camiaya iyi gelecektir. Bu maçta taraftarlar onlardan skor değil, son maçlarda hiç göremedikleri o savaşı vermelerini istiyor. Bütün bu psikolojik ve teknik etkenler bir araya gelince Hagi'nin bu maça, yerli oyuncuların ağırlıkta olduğu bir kadro ile ve Fenerbahçe'nin en iyi olduğu yeri, kanatları kapatarak daha defansif bir kurgu ile çıkması beklenebilir. Benim beklediğim diziliş kanatları iki hızlı adamla kapatacağı (Sabri ve Ayhan) 4-4-1-1 dizilişi. Göbeği de Barış-Sarp-Cana 3'lüsünden ikisi ile kapatacaktır. Önde Baros'un eksikliği yüzünden Pino ve arkasında Misimovic/Elano ikilisinden birini kullanacaktır. Bu maçta olur mu bilmem ama uzun vadede Hagi'nin üstüne titreyeceği adamlardan biri Emre Çolak olacak. Bu maç onunla başlarsa sürpriz olur ama beni şaşırtmaz.

Fenerbahçe'de ise son 3 maçtır oturmuş bir sistem ve kadro söz konusu. Bu maçta da merak edilen tek şey Alex mi Semih mi başlayacak sorusu. Ama ben Alex problemini çözme konusunda büyük aşama kaydeden Kocaman'ın onu kenarda tutma riskini göze alacağını sanmıyorum. Topuz ve Emre, Galatasaray'ın fizik olarak kuvvetli olmasını beklediğim orta sahası karşısında zorlanabilirler. Hele ki son yıllarda gördüğümüz gibi, bu oyun da taktikten çok güç ve iktidar kavgasına dönerse...Stoch ve Dia'nın devamlılık problemleri bu tarz fiziksel mücadelenin üst düzey olacağı bir maçta sırıtabilir. Bu yüzden bu iki süratli ve delici adamın maçın başındaki performansları belirleyici olabilir. Eğer skoru erken bulmaları halinde Galatasaray'ın mevcut psikolojisinde buna reaksiyon vermesi zor olacaktır. Golün gecikmesi Galatasara'ın direncinin artmasına sebep olur. Yani terazi maçın başında Fenerbahçe'den yana ağır iken, sonlara doğru Galatasaray'a doğru yön değiştirecektir.

Giggs'in gözü arkada kalmayacak!


Hafta içi, son 3 senedir Inter'in herhangi bir maçında şahit olamadığımız kadar gol gördük Guiseppe Meazza'da. Fırtına gibi girdikleri maçta Totthenam'ı 4-3 mağlup ettiler. 40 dakikada 4 gol birden buldu ilk yarıda Benitez'in takımı. Ancak bu 4 gollük takım performansından daha etkileyici bir solo performans geldi ikinci yarıda. Sanatçının ismi ise Gareth Bale idi! Totthenam'ın Galli sol beki (ona sadece bek demek de haksızlık olur aslında) birbirinden güzel ve zor 3 gol birden attı bu devrede. Golleri aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz. İlk golde topu metrelerce sürüp aynı anda 3 kişi ile fiziksel bir mücadele verip ardından o topa, o hız ve akıl ile vurabilmesi, onu bence önümüzdeki yıllarda neden gelmiş geçmiş en iyi sol kanat oyuncuları arasında sayacağımızı gösteriyor. Attığı ikinci ve üçüncü gollerin de ilkinden aşağı kalır yanı yoktu doğrusu. Ve o bu golleri atarken onun koridoru üstündeki adamın da Maicon olduğunu söylersem, gollerin zorluk derecesini de anlatmış olurum sanırım.

Bir kanat oyuncusunda olması gerekenden fazlasına sahip Gareth Bale. Bizim adımıza şanssızlık ise onun Galli olması. Şimdiden veliahtı olarak gösterildiği efsane Ryan Giggs gibi o da maalesef uluslarası turnuvalarda büyük bir ihtimalle boy gösteremeyecek. Ama bir iki sene içinde Manchester forması altında Ryan Giggs'in 11 numaralı formasını devralırsa şaşırmayalım. O formayı hakedecek kadar yetenekli bir adam çünkü.

http://www.goalsarena.com/video/champions-league/20-10-2010-inter-milan-tottenham-h.-group-a_en.html

Kaka, Özil'i kesebilir mi?


Bu sorunun cevabını Aralık ayı içinde öğreneceğiz. Ancak gözüken o ki Ronaldo-Mesut-Di Maria üçlüsü bu formlarını ve uyumlarını sürdürdükçe, Kaka'nın bu zinciri kırıp takım içinde yer bulması çok da kolay değil. Bu akşam Santander maçındaki 6 golün hepsinde bu 3'lüden en az ikisinin imzası vardı. Özellikle Ronaldo-Mesut arasındaki uyum her geçen gün artıyor. Mesut'un geçen hafta Malaga maçında Ronaldo'ya attırdığı gol ve bu akşam yine ona verdiği 2. gol pası aralarında futbol ve karakter anlamında ciddi bir uyumun olduğunu gösteriyor. Mesut'un oynadığı oyun ve sahadaki duruşu o kadar olgun ki Real Madrid'in karmaşık yapısının içinde tutunamayan onlarca oyuncuyu hatırladığımızda başardığı işin büyüklüğünü daha da kolay anlarız. 2 sene önce Schalke'nin gözden çıkardığı bir adam iken şimdi Ronaldo-Kaka-Higuain'in takımına gelip ve Mourinho'nun komutasına girip burada da kendini 4-5 hafta gibi kısa bir süre içinde kabul ettirmesi hakikaten kolay bir iş değil. Ronaldo, ondan aldığı her gol pasının ardından Mesut'a doğru koşup ona hakettiği saygınlığı veriyor. Sezon başında Mourinho'nun Mesut ve Khedira için dil problemi yüzünden takıma uyum sağlamakta zorluk çekiyorlar tespiti artık aşılmış gözüküyor. Bu kısa sürede İspanyolca öğrenememiş olsalar bile takımın kalanı ile aynı futbol dilinden konuşabildikleri kesin ki her hafta sahadalar ve her geçen gün daha da iyi oynuyorlar.

Mesut'un bu olgun oyun karakteri, Mourinho'nun sezon başında onu neden ısrarla istediğini gösteriyor aslında. Oyuncu seçiminde ve yönetmede dünyanın bir numarası olan Portekizli kendi takımını oluşturmuş gözüküyor Madrid'de. Artık her hafta aşağı yukarı hangi 11'le sahaya çıkacağını tahmin edebiliyoruz Real'in. Önde Higuain-Ronaldo-Mesut-Di Maria iyice oturdu ve Mourinho'nun oynatmak istediği futbola mükemmel bir reaksiyon verdiler. Bu 4'lüyü Benzema, Canales ve arada Pedro Leon ile destekliyor. Mourinho'nun takımlarında süreklilik önemlidir ve hiç bir zaman da ardarda gelen sakatlıklar yaşanmaz onun olduğu yerde. Dolayısı ile devamlılığı ve uyumu yakaladığı bu kadroyu Kaka ile sabote etmeyecektir Portekizli.

Ara transferde Kaka'yı City forması altında görürsek şaşırmayalım bence. Çünkü Madrid'de artık Özil'in borusu ötüyor!

23 Ekim 2010 Cumartesi

Çarşı'dan "Köy okulları yardım kampanyası"

Çarşı'nın geleneksel kampanyası bu sene de başlamış. İlgilenenler için ayrıntılar burada...

Don Julio


Maradona sonrası Arjantin'de teknik direktör belirsizliği halen devam ediyor. Güney Amerika'da eleme maçlarının da henüz başlamamış olması bu seçimi sürekli ertelemelerine neden oldu. Arjantin'de teknik adam seçim prosedürü federasyon başkanı tarafından oluşturulan bir komite üzerinden yürüyor. Şu anki federasyon başkanı da yanda resmini gördüğünüz zat-ı muhterem Julio Grondona. Diğer bir deyişle Don Julio! Don lakabını da despot yapısı yüzünden ve resimden anlayabileceğiniz gibi tipi sayesinde kazanmış 80 yaşındaki bu futbol adamı. Yaklaşık 30 yıldır AFA (Arjantin Futbol Federasyonu) başkanlığını yürütmekte. Bu göreve de zamanın diktatör yönetimi tarafından getirilmiş. Arjantin futbolundaki en etkili adam. Teknik adam seçiminde de her ne kadar komisyon kurulup demokratik bir yöntem uygulansa da herkes biliyor ki en sonunda Don Julio'nun adamı takımın başına geçecek.

Nitekim gidişat da Maradona'nın Güney Afrika'daki yardımcısı Sergio Batista'nın başa geçeceğini gösteriyor. Çünkü Don Julio onu istiyor ve hafta içinde açıkladığı komisyon üyelerinin tamamı da Batista'nın seçilmesini destekleyen isimler. Hatta komisyon üyelerinden biri de "Godfather"'ın oğullarından birisi! Görüyorsunuz ki Arjantin'de işler ne kadar demokratik yollardan ilerliyor! Prosedür gereği Milli Takım danışmanı Carlos Bilardo'nun komisyona olası teknik adam isimlerinden oluşan bir liste sunması lazım ama burada da Batista'dan başka bir isim sunmayacağı yönünde görüşler. Gerek de yok zaten! Hafta içinde de bu konuda komik bir olay yaşanmış Arjantin'de. Bilardo önce yaptığı açıklamada teknik adam seçicisisinin bizzat kendisi olduğunu söylüyor ve hemen ardından da Don Julio ile kısa bir toplantıya giriyor ve içeride yediği ayar sayesinde görevinin sadece listeyi komisyona sunmak olduğu konusunda ikna edilmiş olmalı ki açıklamasını düzeltiyor.

Arjantin renkli bir futbol ülkesi. Sıradışı futbol figürlerinin ülkesi. Don Julio da bunlardan en renklisi desek yalan olmaz sanırım.

Serie A ekranda!


Sonunda Serie A'ya kavuşabildik. Daha önce de bu ligi yayınlayan TV8 bu sezon için yayın haklarını satın almış. Popülaritesi günden güne düşen Serie A bu sene transfer mevsiminde biraz kıpırdanır gibi olmuştu. Benitez'in Inter'ini ve Ibra'lı Milan'ı izleyebileceğiz artık. Üstelik özleyeniniz varsa Fikret Engin'in sesinden-:)

Bu hafta da iki güzel maç ile başlıyor yayın. İlk yayın yarın 21:45'te Inter-Sampdoria, ikincisi ise Pazartesi 21:45'te Napoli-Milan.

Paar ne yahu!

Mustafa Yücedağ NTVSpor'da idi bu akşam. Mustafa Yücedağ kim? Rijkaard'ın tercümanlığını yapan eski futbolculardan. Geçen sene röportajlarda ve maç sonu açıklamalarında İngilizce kullanan Rijkaard'ın bu sene yönetim zorlaması ile Felemenkçe'ye dönmesi sonucu işe alındı. Şimdi Rijkaard'ın gidişinin ardından bu süre zarfında iş tanımı "tercümanlık" olan Yücedağ'ın bu akşamki açıklamaları ise sanki eski bir antrenörün ya da teknik adamın ağzından çıkma tarzındaydı. Rijkaard'ın istediği transferlerin yapılmadığını ve kendisinin de bazı transferlerde devreye girdiğini falan anlattı.

Türkiye hep birşeylerin peşinde koşan insanların vitrinde olduğu ilginç bir ülke gerçekten. Tercüman çıkar, tercümanlıktan fazlasını yapar. Ekranda bir kaç ay önce yaşanmış bir olayın hesabını kapatmaya çalışır. Ona saydırır, buna mesaj gönderir...Kendini mağdur gösterir. Herkesin kariyer yapma isteğine saygı duyulmalıdır elbet ama bu şekilde değil. Dejenere futbol gündeminin güzel bir örneği idi bu röportaj...

NOT: Başlıktaki mevzu da tercümandan daha fazlası olduğunu söyleyen ama kendisine tercümanlık konusunda ders verilemeyeceğini iddia eden Yücedağ'ın ikide bir söylediği cümle ile ilgili. "Bana Paar'ı öğretmeyin kardeşim"...Bu nedir ki!!!

22 Ekim 2010 Cuma

Bundesliga'yı izlemenin dayanılmaz hafifliği...


Bundesliga maçlarını izlemek her zaman zevk vermiştir bana. Her daim coşkulu seyircisi, stadyumlardaki atmosfer, takımların güç dengelerinin birbirlerine yakın olması, sürpriz şampiyonlar (Wolfsburg ve Stuttgart gibi), sürpriz performanslar (bu seneki Mainz gibi) bu ligin en cazip taraflarıdır. Bizi ilgilendiren diğer tarafı da performanslarını hep merak ettiğimiz Hamit, Nuri, Halil, Tunay Torun, Mehmet Ekici gibi isimleri görme şansımızın olması.

TRT saçma yayın politikası sayesinde bazen çileden çıkarsa da beni (bir kaç hafta önce Almanya'nın en önemli derbilerinden olan Ruhr derbisi Dortmund-Schalke maçını yayınlamamıştı), en azından Bundesliga'yı izleme şansına sahibiz. Her ne kadar gözden düşmüş olsa da Serie A'yı, Benitez'in Inter'ini, Ibrahimoviç'li Milan'ı, Javier Pastore'yi izleyemediğimiz düşülünürse TRT'nin fazla üzerine gitmeye gerek yok.

Cuma akşamı maçında da Hamburg-Bayern Münih karşılaşmasını izleme şansı bulduk. Karabük-Eskişehir maçının üstüne ilaç gibi geldi doğrusu. Golsüz bitse de 90 dakikanın neredeyse tamamında tempo yüksekti ve bol pozisyon vardı. Ribery'siz ve Robben'siz Bayern bu sene puan olarak yerlerde sürünse de Van Gaal'in Badstuber, Kroos, Ottl gibi  genç isimler ile oluşturduğu bu takımı izlemek yine de zevkli. Bu kadar sakatlığın arasında keşke Mehmet Ekici de Nürnberg'e kiralık gitme tercihi yerine Münih'de kalsaydı ve biz onu bu forma altında izleyebilseydik. Bu akşam iki yıldızının dışında Klose ve Demichelis gibi isimler de yoktu Münih'te. Geçen haftanın golcüsü Mario Gomez de sıradan performanslarına yenisini ekleyince bu akşam golle buluşamadılar. Yine de maç boyunca Hamit, Lahm ve Müller ile inanılmaz bir tempo yaptılar. Benim adıma Münih'de bu sene hayal kırıklığı yaratan bir isim Toni Kroos. Geçen sene Leverkusen'de geçirdiği mükemmel sezonun ardından Leverkusen'in onun için teklif ettiği yaklaşık 15 milyon Euro'yu reddetmişti Hoeness.
Sebep ise Kroos'un olgunlaşmış oyunu ile bu sene Bayern'in önemli oyuncularından birisi olması beklentisiydi. Şu ana kadar kadroda sürekli kendisine yer buldu ama geçen seneki lider ve skorer oyunundan biraz uzak. Ben onun da en az Thomas Müller kadar potansiyelli bir oyuncu olduğuna inanıyorum. Daha iyi olacaktır...

Hamburg ise maçta üstün olan taraftı. İlk yazılarımın birisine konu olan Trachowski'nin önderliğinde iyi bir hücum hatları var. Geçen sene gelen Nistelrooy Hamburg tribünleri tarafından inanılmaz seviliyor. Old Trafford'da iken attığı her golün ardından "Ruud, Ruud, Ruud..." diye bağıran İngiliz seyircilerin yerini bu kez topun onun ayağına her gelişinde  "Ruud, Ruud, Ruud..." diye bağıran Almanlar almış. Fazla yıldız transferi yapmayan Alman takımları Nistelrooy, Raul, Huntelaar gibi isimleri fazlası ile sahipleniyorlar. Çünkü onlar futbola aşıklar ve futbolu seviyorlar. Ruud'un da iyi oyunu ile Hamburg bir çok pozisyona girdi bu akşam ama değerlendiremediler. Guerrero, Mladen Petric, su an sakat olan Tunay gibi iyi hücumcuları var Hamburg'un. Bu sene arkaya da Westermann gibi kaliteli bir isim aldılar. Ligin sonuna kadar zirveyi zorlayacaklar gibi gözüküyor.

Seyri güzel bir lig Bundesliga. Pazar öğleden sonra, tam da derbi öncesi, en az derbi kadar heyecanla beklediğim iki süper maç var. Lig lideri Dortmund ile lig 4.sü Hoffenhaim ve bu senenin flaş takımı lig 2.si Mainz ile 3. Leverkusen karşılaşacak. TRT iki maçı da naklen vereceğini açıklayıp günahlarını affettirmiştir. Nuri başta olmak üzere sezonun en formda oyuncularını izleyebileceğiz bu iki maçta. Kaçırmayın derim...

Who is the whore now Wayne?


Bu hafta başında Premier Lig'in manşetini Wayne Rooney atmıştı Old Trafford'dan ayrılmak istediğini açıklayarak. Haftayı bitirmeye yaklaşırken yine Rooney manşetlerdeydi bugün. Bu kez kendisini kulüp tarihinin en pahalı oyuncusu yapan rekor bir ücret karşılığında (haftalık 180.000 pound) Manchester United ile imzaladığı 5 yıllık sözleşme ile...

Önce mevzu gazetelere düştü. Ardından Alex Ferguson, Rooney'in ayrılma konusunda kararlı olduğunu ve bunu kendisine ilettiğini açıkladı. Sir, daha bir kaç ay önce sonsuza kadar bu kulüpte kalmak istediğini belirtip kontrat uzatma konusunda kendisine yeşil ışık yakan oyuncusunun bu kararı karşısında şok olduğunu da söyledi. Hemen akabinde de Rooney konuştu. Kulübün uzun vadede yıldız isimler ile sözleşme yapma konusunda isteksiz olmasının, kendisini gelecek hakkında umutsuzluğa ittiğini söyledi. Her ne kadar Ferguson ve kulüp hakkında olumlu şeyler söyleyip dağıttığı ortalığı toparlamaya çalışsa da onun bu sözleri Sir'i ikinci kez konuşmaya itecek kadar sinirlendirdi. Efsane teknik adam yaptığı açıklamada Ronaldo'ya da gönderme yaparak, bazı futbolcuların yeryüzünde daha iyi kulüpler bulunduğunu sandığını ama buradan ayrıldıktan sonra bunun doğru olmadığını gördüklerini söyledi. Şu benzetmeyi de yapmış ki beni çok güldürdü-:) "They look in a field and see a cow and they think it's a better cow than the one in their own field, and it never really works out that way.". Tam da ondan beklenen İngiliz snobluğuna yakışır, taşı yerine koyan bir açıklama...

Artık sözlere dökülmüş olan bu dedikodunun gün yüzüne çıkışı gazeteleri de harekete geçirdi ve Rooney'in talipleri yer buldu manşetlerde. Real Madrid ismi elbette gündeme geldi ama ManU taraftarlarını en çok kızdıran ise Rooney'in isminin, düşman kardeşleri Manchester City ile yazılması oldu. Protestolar, Bursa maçında açılan pankartlar ve hatta şehirdeki bir bilboarda yazılan "City'ye gidersen, ölürsün" mesajı taraftarın tepkisini en iyi şekilde anlatıyordu.

Ve bugün Sir ile imza sonrası gülümseyerek verdiği poz ile sonlandı kriz. Uzun vadeli planlar hakkında söz aldı mı bilinmez ama haftalık ücretini görünce bunu çok fazla kafaya takacağını da sanmıyorum artık. Samimi olduğuna inanmasam da kontrat yenilememe gerekçesinde çok da haksız değildi aslında. Nistelrooy, Ronaldo ve Tevez gibi isimlerin takımdan ayrılması ve son yıllarda kadronun giderek sıradanlaşması onun zerzenişlerini destekler nitelikte ama bu kulübün hala bir Alex Ferguson'u olduğu unutulmamalı.

Bundan sonra Rooney taraftar ile arasını düzeltmek için uğraşacak. Ama Avrupalı bu tarz olayları fazla kafaya takmıyor. Old Trafford'da yapacağı bir hat-trick ile herşey unutulur. Hatırlarsınız Ronaldo ile Rooney 2006 Dünya Kupası'nda kavga etmişlerdi ve Ronaldo'nun o yıllarda depreşen Real Madrid sevdası da buna eklenince Old Trafford'da kısa bir süre de olsa tepki almıştı Portekizli. Ama çok değil bir kaç maçlık iyi performans ve goller herşeyi unutturmuştu. Ronaldo, Rooney ile barışıp efsane bir sezon geçirmişti. Bu işler böyledir. Rooney de bir kaç şık performans ile taraftarlarına herşeyi unutturacaktır. Ama onun yukarıdaki pankartı unutması ne kadar sürer onu bilemeyiz tabi!  

Dolmabahçe'den bir "Yeşil Dev" geçti!


Dün akşam İnönü Stadı maç sonunda, tıpkı 3 sene öncesinde olduğu gibi bir başka Portoluyu alkışlıyordu. İsmi-cismi farklı oyunculara bayılır Beşiktaş taraftarı tıpkı Q7'de olduğu gibi. Hulk da isminin dışında, oyunu ile sadece Beşiktaş taraftarının değil, 2-3 senedir Avrupa'nın da gündeminde olan bir oyuncu.

86 doğumlu Givanildo Vieira de Souza, nam-ı diğer Hulk, bilekleri yumuşak, tipik bir "inceci" Brezilyalıya benzemiyor. Stil olarak ilk bakışta hafiften bir Ailton'u andırma durumu var ama onun topla münasebetini gördüğümüzde vatandaşından kat kat fazla meziyetleri olduğunu anlıyoruz. Lakabını ve formasındaki ismini aldığı çizgi roman karakteri kadar güçlü bir kere. Dün akşam da ikili mücadelelerde fiziğini ne kadar etkili kullandığına şahit olduk. Ama bu iri cüssesine rağmen müthiş bir hıza ve ivmelenmeye sahip. İkinci yarıda Falcao'nun çıkışının ardından tek santrafor olarak oynadı ve Zapo&Toraman'ı neredeyse topla her buluştuğunda zora soktu. Uzaktan şutları çok etkili ve ileride çok hareketli, sürekli yer değiştiren bir oyun karakterine sahip. Gücü ve sırtı dönük oyunu sayesinde hedef santrafor oynayabildiği gibi, hızı ve tekniği sayesinde kanatlarda da görev yapabiliyor.

Brezilyalı devin Porto'ya gelişi ise 3 sene öncesine tekabül eder. Yani Quaresma'nın Inter'e satıldığı seneye. Bu meziyetlere sahip bir oyuncuyu acaba Porto, Brezilya'nın hangi sahillerinde keşfetti diye sorabilirsiniz ama cevap Brezilya'da değil Uzakdoğu'da saklı. Çünkü Hulk Porto'ya gelmeden evvel Japonya'da oynayan en yetenekli ve popüler futbolculardan biri idi. Uzakdoğu futbolu bize uluslararası turnuvalar dışında çok yabancı olduğundan haliyle böyle bir yetenekten bir çok kişinin haberi yoktu. 4 senesini geçirdiği Japonya'da hem 1. hem de 2.ligde oynadı. İki sezon 38 maçta 25 gol ve 42 maçta 37 gol istatistikleri yakalayınca Porto'nun, doktorasını "yetenekli Brezilyalı futbolcu bulma" üstüne yaptığı izleme komitesinin radarına takıldı. Bu komitenin keşiflerinden bazılarının Manchester United'lı Anderson, Wolfsburg'lu Diego, eski Barca'lı Deco olduğunu söylersek Porto ekolünün nasıl yaratıldığı hakkında da ufak bir fikir sahibi olabiliriz. 2008-2009 sezonunda da son keşif Hulk ekibe katıldı. Hem de sadece 5.5 milyon Euro gibi bir rakama. Mükemmel bir optimizasyon çalışması...Maksimum fayda, minimum maliyet! Ama tıpkı yukarıda saydığım isimleri satarken kazandıkları inanılmaz paralar düşünüldüğünde Hulk'ta da aynı ışığı görmüş olacaklar ki kontratına serbest kalma ücreti olarak 40 milyon Euro gibi bir rakam iliştirmişler. Yani Hulk Beşiktaş'a en azından bir kaç sezon gelemez!

İlk sezonunda Lisandro Lopez ve Cristian Rodriguez'in arkasında 3. forvet iken, mükemmel performansı ile bu yıldızlardan daha fazla konuşuldu. UEFA tarafından da "en iyi çıkış yapan ilk 10 oyuncu" olarak çevirebileceğimiz "Top 10 Rising Stars" listesine alındı. Ertesi sezon Lisandro'nun Lyon'a gidişi ile de bu takımın şu anda Falcao ile birlikte en önemli oyuncusu konumunda.

Bu sezona da mükemmel bir başlangıç yaptı Brezilyalı oyuncu. 12 maçta 11 gol! Bu performansı ile muhtemelen bir veya iki sene içinde Avrupa'nın lokomotif kulüplerinden birine transfer olacaktır. Beşiktaş taraftarı da beklentilerini bir süre ertelemek zorunda kalacak maalesef.

Saving Private Eto'o


Mourinho'nun Inter'den ayrılması bir çok kişiyi, özellikle başarıya alışmış taraftarları üzmüşken buna için için sevinen ender kişilerden birisi de Samuel Eto'o'dur sanırım. Bunun sebebi elbette kişisel bir çatışma ya da aralarında olan herhangi bir anlaşmazlık değil çünkü Mourinho doğuştan arızalı Balotelli'yi bile kazanabilmiş bir adam. Sebep çok basit...Eto'o'nun en çok sevdiği iş olan, yani asli görevi olan gol atmaya bir sene aradan sonra kaldığı yerden devam etmesidir.

Geçen sene Mourinho, onu İbrahimovic takasının ardından Milano'ya getirdiğinde moral olarak altüst olmuş Kamerunluyu nasıl kazanması gerektiğinin cevabını çok çabuk bulmuştu. Bu takasın ardından Barca, onun yerine aldığı Ibra için üstüne bir de 40 milyon Euro'ya yakın bir para ödeyince Eto'o'nun özgüveni ve imajı ciddi anlamda zedelenmişti ki o zamanki tavır ve açıklamalarından rahatça anlaşılıyordu bu. Mourinho ise onun İsveçli ile ederinin aynı olduğunu, böyle bir transferin ardından bir de üstüne para almanın harika bir şey olduğunu defalarca dile getirmişti. Ve sonuç olarak Mourinho ordusuna bir asker daha katmayı başarmıştı. Tüm sezon boyunca, Barcelona'da egosu yüzünden çıkardığı problemler hatırlandığında ne kadar zor bir oyuncu olduğu göz önüne alınırsa, Eto'o'dan maksimum verim almayı başardı. Üstelik kendi sistemi içinde ondan zaman zaman orta saha, zaman zaman ise sağ bek yaratarak. Başka bir komutanın emri altında olsa o kışlayı havaya uçuracak kadar gözüpek ve başkaldıran bir adam olan Eto'o, geçen sene Mourinho'nun en sadık askeri idi. Üstelik en sevdiği şey olan gol atmaktan vazgeçme pahasına.

Geçen sezon Eto'o, Inter forması ile çıktığı 40 maçta sadece 14 gol atabilmişti. Bu sezon ise Benitez ile sezona rüya gibi, kendi gibi başladı Kamerunlu. 10 maçta tam 12 gol! Şimdiden geçen seneyi yakaladı. Yayın sıkıntısı yüzünden Inter'i adam gibi izleyemediysem de bu rakamlardan ve okuduklarımdan anladığım kadarı ile Eto'o ait olduğu yere geri döndü uzun dönem askerliğinin ardından. Kurtarıcısı ise bir İspanyol, Rafa Benitez oldu.

21 Ekim 2010 Perşembe

Porto'yu kıskanıyorum...


Futbolun bütün doğrularını yapmak için çaba gösterseniz ve kimi zaman bunu başarabilseniz dahi bazen iki kere iki dört etmiyor. Bugün iki kritik zamanda yapılan iki çok basit hata, Beşiktaş'ın eksik kadrosuna rağmen doğru taktik ve rakibe özel iştahı ile başabaş götürebileceği bir maçı kaybetmesine sebep oldu.

Hakan ve Zapo'nun yaptıkları hataların üstüne fazla konuşmaya lüzum yok. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki iki oyuncunun da maalesef kariyerleri boyunca hep eksik olan bazı zaaflarından yenildi bu iki gol. Hakan'ın kendini geliştiremediği en büyük eksiği yan toplardır yıllardan beri. Elbette her kalecinin zor zamanları olur. Ancak Hakan özgüvenini kaybettikçe daha da geriye giden bir yapıya sahip. Bir süre için dinlendirilmesi hem onun kendini toparlaması açısından hem de sezona mükemmel giren Cenk'in formayı hakettiği zaman alabileceğini görmesi açısından faydalı olacaktır. Zapo'ya gelirsek bugün Hulk'un attığı 2. goldeki zamanlama hatasının aynısını iki sene evvel Saraçoğlu'nda yapmıştı ve Guiza mükemmel bir aşırtma golü atmıştı onun sayesinde. Elbette sadece bu iki hata değil, özellikle birebirlerde ayaklarının yavaşlığının da etkisi ile ya çalım yiyor ya da müdahalelerde zamanlama hatası yapıyor. Schuster'in bu sisteminde tolere edilemeyecek bir zaaf bu. Bu sisteme en uygun adam sezon başında bağlarını koparınca eldeki 4 stoperden zorlasanız da sisteme uygun 1 stoper çıkmıyor. Devre arası ya Sivok'un dönmesi için dua edilecek ya da Zapo&Ferrari'den biri ile yollar ayrılıp Inter'deki Ivan Cordoba ya da Liverpool'lu Carragher tarzı sert, çabuk, kademelere hızlı girebilen bu defansı yönetebilecek bir adam alınacak.

Maça dönersek, Schuster oyuna defansif bir 4-3-3 kurgusu ile başladı. Diziliş Manisa maçını andırsa da, Ernst defansın hemen önünde, Necip ve Tabata bu orta 3'lüde alanı daraltmaya çalışan bir anlayış ile sahadaydılar. Takım savunmaya geçtiğinde Nobre de bu 3'lüye ortadan destek verdi. Hakan'ın hatasından yenilen gole kadar da Porto'yu gayet iyi durdurmayı başarmışlardı. Hücumda ise haliyle Quaresma ve Guti'nin eksikliği hissedildi. Ernst de daha defansif bir anlayış ile sahada olunca topu ileri taşıyan oyuncu bulmada problem yaşadılar. Beşiktaş'ı burada dizginleyen en önemli etken de Porto'nun ön alanda yaptığı müthiş baskı idi. Bu baskıyı açmak için lazım olan İspanyol sakat olunca toplar hep şişirildi. Buna rağmen sağ kanatta Hilbert ve Ernst organizasyonuna zaman zaman Nihat da katılınca bu kanatta 3 net pozisyon buldu Beşiktaş. Nihat İspanya'da edindiği golü koklama ve çerçeveyi bulma melekelerini yitirmemiş olsa bu pozisyonlardan 2 tanesi gol ile sonuçlanabilirdi. Olmadı...

İlk yarının sonlarında oyunu Beşiktaş lehine çeviren pozisyon yaşandı. Porto 10 kişi kaldı. 33 yaşındaki, Portekiz'in yeni Mourinho'su olması beklenen teknik direktör Andre Villas Boas defans kurgusunu düzenlemek için ikinci yarıya sakatlanan Falcao'yu oyundan alarak çıktı ve dengeler tamamen Beşiktaş'a döndü. Özellikle sağ taraftan Ernst&Hilbert işbirliği o kadar verimliydi ki her an golü bulabilirdi Beşiktaş. Soldan, sağdan ve ortadan rakibi zorladılar ancak bu baskının zirve yaptığı anda bu kez de Zapo'nun hatası ile 2. golü yediler. Bu kadar eforun üstüne böyle basit bir gol yenilince direnci de kırıldı Beşiktaş'ın ve oyunun kalanında o iştahlarını da kaybettiler. Hikayenin kalanını anlatmaya gerek yok. Tüm ibrelerin Beşiktaş'a döndüğü iki kritik anda yenilen iki gol, fizik olarak tamam ama psikolojik olarak zor ayakta duran takımın kafasına sıkılan iki kurşun gibiydi adeta.

Beşiktaş'ta son 15 dakikada Necip, Ali Küçik ve İsmail sahadaydı. Schuster'in Ali ve Onur Bayramoğlu'nu (Manisa maçının sonlarında sahadaydı) merak etmesini takdir ediyorum. Beşiktaş adına önemli bir kazançtır Schuster'in bu hamleleri. Bu takım büyük beklentiler ve paralar ile kurulmuş olsa da teknik kadronun bu gençlere uzun vadede ihtiyaçları olduğunun farkında olması güzel. Ben Schuster'in genç oyuncu deneylerini göz boyamak için yaptığını düşünmüyorum. Manisa maçında ve bugünkü maçta Onur ve Ali sahaya girdiğinde maç kopmuş değildi henüz. Yani kritik anlarda sahada olmanın ne demek olduğunu anlamaları ve yaşamaları açısından önemlidir bu iki maç onlar adına. İkisinden gelen sinyaller de olumlu. Devam...

Son olarak Villas Boas ile bitirelim. Resimdeki fenomenin hemen solundaki genç adam Portekiz futbolunun gelmiş geçmiş en genç teknik adamı Boas ve henüz 33'ünde Avrupa'nın da en önemli ekol takımlarının birinin başında. Bobby Robson okulunda yetişmiş, Mourinho'nun yanında Porto, Chelsea ve Inter'de tecrübe ve kazanma alışkanlığı edinmiş bir teknik adam. Sezona Portekiz Süper Kupası'nı kazanarak başlamıştı ve üstüne koyarak devam ediyor.  Porto ekolüne hayran olmamak elde değil. Bu kadar oturmuş bir sistem, kendi özkaynaklarını bu kadar verimli kullanabilme, son derece titiz ve başarılı transfer politikası...Ve sürekli başarı...Model alınması gereken bir yapı...Kıskanılacak kadar iyi...

NOT: Porto bu stada son geldiğinde "Quaresma&Beşiktaş taraftarı" aşkı başlamıştı. Bugün de Hulk böyle bir aşkı hakedecek kadar iyi oynadı. Nitekim taraftar onu da çağırdı tribünlere maç sonunda. 3 sene sonra bu forma altında görür müyüz onu? Zor...Ben Avrupa'nın iyi takımlarının onu yakın zamanda kapacağını düşünüyorum açıkçası.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Doll, Rijkaard ve "Bizim Oğlancılık" felsefesi


Geçen sene ligimizde 34 haftada 18 teknik adamdan sadece 7 tanesi görevlerinden alındı ya da istifa etti. Bu oran, bir önceki sene daha ilk 9 haftada 10 teknik adamın işini kaybetmesine kıyasla gayet mantıklı bir orandı. Bugüne gelirsek eğer, bu haftakilerle beraber ilk 8 haftada 5 teknik direktör istifa etti ya da ettirildi. Yakın zamanda Yılmaz Vural cephesinden de bir istifa haberi duyarsak şaşırmayalım. Böylece biraz zorlama ile 08-09 sezonundaki istatistiği yaklaşacağız.

Bülent Uygun'un Buca'dan Eskişehir'e geçişi dışında diğer işini kaybeden teknik direktörler herhangi bir takım ile anlaşmadı. Muhtemel bir Rıza Çalımbay/Gençlerbirliği anlaşması da izleyebiliriz yakında. Kimbilir belki Rijkaard/Liverpool bile olabilir.

Bu hafta ise benim açımdan biraz hüzünlü ayrılıkların yaşandığı bir hafta. Bu topraklarda çalışması taraflı tarafsız herkes tarafından sevinçle karşılanan Rijkaard ve benim fikrime göre iyi işler yapmakta olan Thomas Doll görevlerinden alındı. Üstelik hiç haketmedikleri bir üslup yanlışlığı ile...

Thomas Doll olayına bir önceki yazıda değindim. Rijkaard hakkında bir kaç cümle etmem gerekir ise Galatasaray yönetiminin kendi ipini çektiği haftadır bu hafta. Futbolun dünü yok lafı çok klişedir ve bazen maalesef doğrudur. Ancak dünden kastımız da daha bir kaç ay öncesi olmamalıdır. Bu bir kaç ay öncesi de Adnan Polat'ın "her ne olursa olsun" Rijkaard ile yola devam edeceklerini biraz da popülist bir dille açıklama yaptığı tarihlere tekabül eder. Sözüm ona Rijkaard'a 2 yıl daha uzatma teklif etmişler ama Hollandalı bu teklifi "önce aldığı parayı haketme" sebebi ile geri çevirmiş. Bir kere Avrupalı ve bu kadar profosyonel insanlar bu tarz olaylara bizdeki gibi bakmazlar. Rijkaard'ın gözünde o sözleşmeye imza attığı gün o parayı haketmiştir zaten. Öyledir de zaten...Siz sözleşmeleri yaparken boşuna oraya tazminat ya da prim gibi ayrıntıları koymuyorsunuz. Birisini işten kovarsanız ona tazminat ödemek zorundasınız onu mağdur etmenizden ötürü. Prim ise adamın kazandığı başarı sonucu hakettiği, sizin onun işin yapmanın ötesine geçme durumuna ve başarısına biçtiğiniz değerdir. Yaptığınız mukavele, yani bu çalışanın maaşı, sigortası vs.vs. ise onun hakettiği paradır. Yani Rijkaard, Adnan Polat'a "dur başkan ben şunu bi hakedeyim, sonra helalleşiriz" diye birşey dememiştir. Düşüncesi bile komik!

Şimdi yönetimi sopalamaya devam etmeden evvel bir konuda da haklarını vereyim. Bu ayrılış şeklinin üslubu kötü olsa da en azından tazminat konusunda işin suyunu çıkarmadan (bildiğim kadarı ile pazarlıksız, Rijkaard ve yardımcılarına toplamda 6 milyon Euro'ya yakın bir para vererek) bu işi bitirdiler. FIFA'da 5 insan boyuna ulaşmış vukuat dosyalarımıza bir yenisi eklenmeyecek, buna sevinebiliriz. Velhasıl işin geri kalan kısmı hem Galatasaray adına hem de Rijkaard adına hoş olmadı.

Sportif başarı elbette önemli. Hele bizde hayati derecede önemli. Galatasaray'ın bu sene içinde bulunduğu durum da tam anlamı ile bir "başarısızlık". Türlü türlü sebepleri var. Rijkaard da bu sebeplerden biridir mutlaka. Ama tek suçlu değildir. Hele bu yönetimin olduğu yerde hiç değildir. Pazar akşamı malum Manisa maçının ardından statta toplantı yapan bir yönetim kurulunun verdiği manzaradan belliydi Rijkaard'ın gönderileceği. Hatta o akşam bir çok programda Rijkaard'ı gönderip, Karaman'ı getirip, onun takımı nasıl oynatacağına dair tartışmalar bile vardı. Neyse, işin şık olmayan tarafı, gönderileceği belli bir teknik adam, hele beğenirsiniz beğenmezsiniz Rijkaard (ve Neeskens) kariyerinde iki teknik adamı hafta ortasına kadar bekletmek&oyalamak kısmıdır. Çok bariz ki Galatasaray yönetimi, dağılan camiayı toparlama ve kendilerini aklama adına "biz dağıttık, bizim oğlan toplasın" mantığı ile camiadan birini getirecekti takımın başına. Bu tarz hamleler, yönetimlerin "kendini temize çıkarma" hamlelerinden başka bir şey değildir. Misal Tigana sonrası Rıza, misal Daum sonrası Aykut...Elbette ki Fatih Terim düşünüldü öncelikle. Konuşuldu, edildi ve belli ki Terim de önce Rijkaard'ın gitmesini şart koştu kendisinin gelmesi için (Milli Takım'a ikinci gelişinde de önce Ersun Yanal'ı gönderin demişti). Ama planlar bugün öğlen ters tepti. Araya belki bizim de bilmediğimiz hesaplar ve egolar girdi ve bu iş olmadı.

Şimdi ne olacak? Muhtemelen ihale Tugay'a kalacak gibi gözüküyor. En azından bu haftasonu oynanacak Fenerbahçe maçı için. Yönetim bombayı satacak birini bulamayınca en uygun aday o bence. Fener maçında alınacak olası iyi bir sonuç ile de "bakın biz seçtik mi böyle adam seçeriz" diyip onunla yola devam edilir. Hakan Şükür'lü, Hagi'li bir senaryo da olabilir. İşin gerçeği, seçim ne olursa olsun camianın içinden birini bu karmaşadan çıkmak için maşa olarak kullanacaklar. Fatih Terim blöfü gördü ve yemedi bana kalırsa. Benim yanacağım kısım ise Tugay'ın bu karmaşada harcanma olasılığıdır. Yıllarca Premier Lig'de oyuncu olarak ve ardından kısa da olsa antrenör olarak yaptığı saygın kariyeri umarım bu toz duman ortamda heba etmez. Bana kalırsa Ada'dan Türkiye'ye dönmesi de tamamen hataydı ama oldu.

Toparlamak gerekirse Doll ve Rijkaard özelinde kulüplerimizin yönetim anlayışı yine göçük altında kalmıştır. Görüldüğü üzere İstanbul veya Anadolu farketmiyor. Küçük hesapların peşinde koşan yöneticiler ve kendi pisliklerini başkalarına temizletme adına her daim sarıldıkları "bizim oğlancılık" zihniyeti. Olan da bu ateşten gömleği giymeyi kariyerlerinin fırsatı olarak gören ve kariyerlerini başlamadan bitiren teknik adam adaylarına oluyor.

NOT: Galatasaray taraftarları arasında güzel bir oluşum başlamış. Ben de diğer bloglardan gördüm. Yönetime tepki olayı değil, Rijkaard'ı hakettiği gibi uğurlama amaçları...Link altta...Umarım yeterince toplanabilirler ve ezerek, döverek, sevgi manyağı ederek karşıladığımız bu yıldızlardan birini bu sefer yanında sadece menajeri ya da tercümanı olmadan, binlerle ve yine tezahüratlarla uğurlarlar. Böylece Türkiye'de daha önce hiç görmediği bir resmi görmüş olur hayatında...

http://www.footballove.com/2010/10/20/rijkaardimizi-ugurluyoruz/

Masumiyetin Ziyan Oldu!


Son yıllarda ligimize daha önce hayal bile edemeyeceğimiz kariyerde teknik adamlar gelmeye başladı. Çok değil, 10 yıl öncesine kadar belki, ismini cismini duymadığımız oyuncular ve teknik adamlar ülkemizin futbol gündeminden gelip geçerken, yakın zamanda Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırmış Del Bosque, kısa da olsa Inter kariyerine sahip Lucescu, Lazio ve Dortmund efsanelerinin yaratıcıları Zeman ve Scala, önemli bir Real Madrid kariyeri olan Toshack ve son olarak yine bir Şampiyonlar Ligi kupası sahibi Rijkaard...Bu isimler ligimizin lokomotifi olan "3 Büyükler" de çalışmış isimler. Ancak geçen sene Ankaragücü ve Gençlerbirliği de Roger Lemerre ve Thomas Doll isimleri ile hem herkesi şaşırttı, hem de bu tarz kariyerli teknik adamların ciddi çalışmalar sonucunda, Türkiye'de "diğer" takımlarda da görev alabileceğini herkese gösterdi.

Aslına bakarsanız bu isimler arasında ben uzun vadede en çok Gençlerbirliği&Thomas Doll evliliğinden bir verim elde edilebileceğini düşünmüştüm. Geldiği kulüp her ne kadar "tek adam" mantığında yönetilse de, tesisleşmede ve ekonomik anlamda iyi durumda olması sayesinde Alman hoca ile uzun vadeli bir çalışma sonucunda belirli başarılar kazanabileceklerini düşünmüştüm. Thomas Doll'un kısa teknik adamlık kariyerindeki en büyük çıkışı, Hamburg'da genç bir takımla 05-06 sezonunda elde ettiği Bundesliga 3.lüğü ve Inter-Toto şampiyonluğu olsa da, oynattığı futbol ve vizyonu ile sıfırdan başlanan bir projenin lideri ve imajı olabilir diye umut etmiştim. Thomas Doll tarafından olmasa da İlhan Cavcav tarafından, zaten beklediğim hayal kırıklığına bugün itibari ile uğratılmış durumdayım. Her zamanki gibi tazminat mevzuları ile işin cılkını çıkarıp nahoş bir şekilde kulüp ile ilişkisi kesildi Doll'un.

Şahsi fikrime göre çok da başarısız bir sezon geçirmedi Doll geçen sezon. Genç oyuncular ile çalışma konusunda zaten istekli ve başarılı olan bu iyi niyetli teknik adama, bana kalırsa son yılların en zayıf Gençlerbirliği kadrosu teslim edildi geçen sene. Ahmed Hassan'lı, Ali Tandoğan'lı, Skoko'lu kadrolardan sonra genç ve yurtdışı kökenli oyuncular ile sözleşmeler yapıldı ve Doll ile Avrupa fundementaline sahip, belli aralıklarla takviye yapılıp güçlendirilebilecek, temeli sağlam bir kadro üzerinde başlanacak bir projenin ışığını vermişlerdi bana. Yine de bu tecrübesiz ve isimsiz kadronun içinde Mustafa Pektemek başta olmak üzere, Hurşut ve Aykut Demir gibi gelecek için umut veren isimler parladı. İzlediğim bazı maçlarda ise bu takımın elbette takviye edilerek ligin ilk 5 sırası için savaşabilecek bir kaliteye ulaşabileceğine ikna olmuştum.

Bu sezon başında da prensiplerine bağlı kalarak Billy Mehmet ve Ermin Zec gibi dışarıdan potansiyelli isimler alındı. Altyapıdan Samet Aybaba zamanında takıma kazandırılan ve çok şeyler beklenen Soner Aydoğdu'dan daha çok yararlanılmaya başlandı. Geçen sene altyapısı oluşturulan takımın üstüne belli eklerle projeye devam edildi. Her ne kadar çok parlak sonuçlar alınmasa da biraz daha sabır ile başarının gelebileceğine Cavcav ve yönetim inanmadı ve Doll gitti. Üstelik bu projenin saygınlığının gerektirdiği bir şekilde değil. Önce Cavcav haftasonu açıkladı Doll'un gideceğini. Ardından tazminat mevzuları yüzünden anlamsız bir şekilde takım ile antremanlara çıktı Alman hoca ve bugün bu sefer resmi olarak açıklandı evliliğin sona erdiği.

Şimdi ne olacak ben size söyleyeyim. Yine ligimizin gezgin teknik adamlarından biri ile (muhtemelen Rıza Çalımbay, Giray Bulak, Güvenç Kurtar) anlaşılacak. Ne varsa "bizim çocuk" larda var denilecek ve takıma yine gezgin "abi" ler katılacak ve tabiri caizse bu kadronun masumiyeti bozulacak. Sonra ne olacak peki? Şampiyon mu olacak Gençlerbirliği? Tabii ki hayır...Bir kaç maç bu taze kan zırvaları ile kazanılmış maç ve ardından yine aynı hikaye. Olan da Doll ile başlanan ve pırıl pırıl isimlerle kurulan bu "kirlenmemiş" takıma olacak...

Açıklamaları, dobralığı, farklı duruşu, ismi ve hatta giyim tarzı ile bu kısır lige benim adıma çok renk katan Doll'un gidişine üzüldüm. Gençlerbirliği'nin bundan sonraki düşeceği hallere ise inanın hiç üzülmeyeceğim. Hakediyorlar çünkü...

18 Ekim 2010 Pazartesi

İçimizdeki "Arda" aşkı!


Bizim Türk futbolunun 80'lerde ve 90'ların ilk yarısında neden "kaybedenler kulübü" nün en daimi üyelerinden biri olduğunu aslında eski futbolcuların açıklamalarından kolayca anlayabiliriz. Sergen ve Mustafa Doğan'ın geçen hafta Volkan Şen'in çok konuşulan olayını normalleştirmeye çalıştığını ağzım açık dinlemiştim. Bugün de Tanju'nun açıklamalarını okurken aynı şaşkınlığı yaşadım. Açıklama şu:

"Arda'nın Türk futboluna ve Galatasaray'a ne verdiğini tartışmak gerekir. Bu kadar çabuk yıldız demek doğru değil. Yıldız futbolcu dediğin takımı 2-0 yenikken 3 gol atıp maç kazandıran oyuncudur. Arda nerede ne yapmış? Galatasaray'ı tek başına şampiyon mu yapmış? Skoru değiştirme özelliği yoki hava topu özelliği yok, şut atamıyor, golcü değil. Medya Arda'yı yıldız yaptı. Benim için yıldız Baros'tur, Guti'dir, Alex'tir"

Arda malum son günlerin en popüler ismi. Bir kere Arda üzerinden bu kadar çok insanın yorum yapıp, şu malum sakatlık konusunun sakız gibi uzatılmasının tek bir sebebi var o da aslında herkesin ucundan
kenarından azıcık da olsa Arda olmak istemesi. 20'li yaşların başında, inanılmaz paralar kazanan, futbol gibi size her kapıyı açan bir sektörün bu ülkedeki en gözde ve sempatik ismi olan ve bir de üstüne Türkiye'nin en güzel kadınlarından (kamouyu fikri, beni bağlamaz) biri ile beraber olan, yani Türkiye şartlarında bir nevi "Beckhamvari" bir yaşam süren genç bir adam Arda. Haliyle gencinden yaşlısına herkesin içinde olan bir uktedir bu hayatın tadına bakabilmek. Erman Toroğlu ve Tanju da bu uktelerin dile gelmiş halleridir ekranda. Hele Tanju'nun kendi futbol hayatını nasıl yaşadığını düşündüğümüzde şu açıklamayı yapma hakkını kendinde görmesi ne ironik değil mi?

Arda ile ilgili söyledikleri çok da önemsenecek şeyler değil işin gerçeği. Çünkü bu genç adam öyle ya da böyle günümüzün Türkiyesi'ndeki bu topraklardan çıkma tek yıldızdır. Ötesini tartışmaya bile lüzum yok. Ancak onun yıldız futbolcu tanımı hakikaten o dönemde futbolun nasıl algılandığına iyi bir örnek. Bugün Messi Barcelona'da iken, Ronaldo da Manchester ya da Real'in içinde iken, yani bir takımın içinde yıldız statüsü almışken artık futbolda 3 gol atan, 5 çalım atıp 4 ters takla atan adamlara uzun vadede yer olmadığını hepimiz biliyoruz. Çünkü bu futbol bize gösterdi ki Lampard'lar, Gerard'lar, Milito'lar, Puyol'lar ve Arda'lar da birer yıldız. Hem de en parlayanından...O yüzden Tanju tanımlamalarını bir daha gözden geçirmen gerekir. Ya da geçirmeyip her nerde isen orda kalman ve bizim seni Neuchatel maçındaki efsane performansın ile hatırlamamız daha iyi olur. Çünkü sen yukarıdaki fotoğrafı verdiğin gün kaybettin bu açıklamayı yapma hakkını!

Avrupa, NBA'in ensesinde...


Her ne kadar Dünya Şampiyonu yine Amerika olsa da bugün bir hazırlık karşılaşması olmasına rağmen, sezon öncesinde ikinci kez bir Avrupa takımı NBA takımına çelme takıyor. Üstelik Amerika'da...CSKA Moskova, Clevelend'ı 90-87 mağlup etti bugün oynanan maçta. Yaz döneminde de hatırlarsınız Barcelona, Lakers'ı yenmişti Paris'te NBA Europe kapsamında oynanan maçta. Elbette bu galibiyetler NBA'in gerek organizasyon gerekse oynanan basketbol anlamında hala çok ileride olmasına gölge düşürmez ama Avrupa'nın en güçlülerinin de onlarla başa çıkabiliyor olduğunu görmek güzel. Hani Olympakos'u, Barcelona'yı ve CSKA'yı bu sene yollasak NBA'e, en az biri play-off yapar gibi geliyor bana.

1 Yönetmen, 3 Senaryo...


Alex'in sakatlığı, Aykut Kocaman'ın kafasındaki asıl Fenerbahçe'ye belki de en yakın 11'i sahaya sürmesini sağladı bu akşam. Elbette Alex gibi bir futbolcunun ya da herhangi bir futbolcusunun sakatlanması istemez bir teknik adam olarak ama hayalini kurduğu o "Alex'siz" sistem için deney yapma konusunda da eminim böyle fırsatları bulduğunda memnun oluyordur. İlerde Niang, hemen arkasında Alex'in pozisyonunda daha iki yönlü oynayabilen Özer ve kanatlarda Dia-Stoch bir arada...Gelecek seneki planlarda Alex'in olmadığını düşünürsek bu kadroya sadece Mehmet Topuz'un zorunluluktan monte edildiği orta göbeğe, yine iki yönlü oynayabilen, Christian'ın daha yaratıcı ve Emre'nin daha çok koşan versiyonu olan bir ilave yapılacaktır.

Aykut Kocaman aslında bu akşam ileri bölgede 3 farklı senaryo üzerinde çalışma fırsatı buldu. Yukarıda saydığım 4'lü ile başladı ancak Özer'in ilk yarıda sakatlanıp çıkması ile Semih'i bu bölgede deneme fırsatı buldu. Ben Semih'in de, Kocaman'ın gelecek sene düşündüğü başrol oyuncularından biri olacağını sanmıyorum ancak forvet arkasında bir 10 numaradan ziyade pas alışverişine katılabilecek ve sağa sola koşular yapıp uçtaki adamı rahatlatabilecek bir oyuncuyu deneme fırsatını da bulması açısından önemliydi bu hamle. Açıkçası Semih oyuna girerken ben onu önde, Niang'ı arkada kullanacağını düşünmüştüm, gelecek sene ileriye bir uç oyuncusu  daha transfer edilmesi durumunda Senegalli'nin bu bölgedeki performansını görme açısından ancak tercihini bu yönde kullanmadı bu aşamada Kocaman. İkinci yarıda ise üçüncü senaryosunu hayata geçirdi ve Niang/Santos değişikliği yaparak Stoch'u Semih'in yerine çekti, Semih'i de ileri uca. Bu senaryo açıkçası skorun 4-1 olması ve Stoch'un da oyunun sonlarında o bilinen tempo düşüklüğü yüzünden bize fazla birşey göstermedi. Zaten bu senaryonun da en zayıf yanı bu. Stoch kanatta da oynasa, 10 numara da oynasa bu maç sonlarındaki oyundan düşme problemini çözmek zorunda. Sadece o değil, Dia da aynı şekilde ilk yarılarda müthiş bir tempo yaparken ikinci yarılarda oyunda yok genelde.

Bu senaryolardan en tutanı oyundaki üstünlüğe ve pozisyon zenginliğine bakıldığında Semih ve Niang'lı olan idi bana kalırsa. Semih'in pas yeteneği ve fizik olarak iyi durumda olması bu planı işler hale getirdi. Buradaki oyuncunun savunmada topun arkasına geçip hatta gerektiğinde rakip savunmayı rahatsız eder bir yapıda olması da bu sistemin işlerliği açısından önemli çünkü Dia/Stoch ikilisi ve belli bölümlerde Niang savunma yapma konusunda çok istekli değiller. Semih'li takım daha dirençli ve rakip savunmayı daha yoran bir vaziyetteydi.

Aykut Kocaman istediği oyun tarzını oynatma konusunda ısrarlı ve sabırlı. Meyvelerini de yavaş yavaş görmeye başladı. Christian konusunda ısrarından vazgeçip burada Mehmet Topuz'u kullanması onun adına bir teknik adam başarısı, transferin son gününde Yobo'nun alınmış olması da (Bilica'ya muhtaç kalmaması yüzünden) bir teknik adam şansı olarak değerlendirilebilir. Sezon başı çok umut vermese de bazı içsel problemleri aşmayı başardılar ve rakiplerinin de geride kalması ile daha pembe bir tablo var karşılarında şu anda.  Zorlanabilecekleri tek konu sakatlıklar olabilir. Bugün Özer'in sakatlanması, Stoch, Alex ve Emre'nin sakatlanma riski yüksek oyuncular olması işleri zora sokabilir. Ama tahminimce devre arasının en hareketli takımlarından biri de olabilir Fenerbahçe, kadroyu derinleştirme hamleleri açısından.

17 Ekim 2010 Pazar

Cumartesi'nin kopyası


Kewell yok, Arda tribünde ve Elano yedek kulübesinde olsa da sezon başından beri neredeyse hiç kullanılmadı. Bu yüzden mecburen Sabri'yi önde kullandılar ve aslında bu tercih kötü de olmadı Galatasaray adına. Kanatlardan ilk yarıda fena gelmediler. Sabri de uzun zamandır oynamamanın verdiği hırs ile temposunu arttırdı ve sık sık içeriye girerek seken toplarda gol aradı. Ancak sorun şu ki Galatasaray sezon başından beri topu öne aktarmakta zorluk çekiyor. Defanstan topu oyuna sokmakta problem yaşadıkları biliniyor zaten ama buna bir de önde Sarp ve Ayhan'ın dikine oyunda arıza göstermeleri hücum gücünü zayıflatıyor Galatasaray'ın. Evet, Misimovic en formda sezonlarından birini geçirmiyor ama Bosnalı'dan beklenilen katkının alınamamasının temel sebeplerinden biri de bu. O topla buluştuğunda rakip çoktan yerleşmiş oluyor ve top kullanmakta zorluk çekiyor.

Ümit Özat'ın oyun planları içerisinde Metin Akan'ın çok önemli bir yeri var. İlk yarıda attığı gol bir yana Ankaragücü'nün tüm hücum aksiyonları içinde onun adı vardı. Sestak ile savunma ve hücumda değişmeli oynadılar. Hücumlarda Metin Akan kendini orta sahaya atıp pas alışverişinin merkezinde yer aldı. Savunmada ise Sestak daha geride bir rol ile sahadaydı. Akıllı ve top kullanma becerisi yüksek bir oyuncu Metin Akan. Manisa yıllarında da bu özelliğini bilirdik ama Ankara'da daha verimli ve etkili oynuyor.

İkinci yarının başında ise Rijkaard'ın defans hattını öne çıkarmasının cezasını çekti Galatasaray. Golün geldiği o 5-6 dakikalık sürede Ankaragücü oradaki madeni çoktan keşfetmişti. Buradan bir kaç atak yaptılar ve en sonunda golü buldular. Ufuk'tan dönen topun ise takip edilmemesi bu orta göbekteki problemin savunma yanını gözler önüne serdi. Bence Rijkaard'ın Cana kompleksinin sonucudur burdaki problemin temel sebebi. Şu an kadroda bu bölgede kullanılabilecek en önemli oyuncu o. Gerek savunmayı gerekse hücumu diğerlerinden daha iyi yapıyor. Cana sezon başında o bölgeye iyi ya da kötü monte edilmeliydi.

Ufuk'un atılması da onun kaleciliği adına büyük bir soru işareti oldu. Tamam bire bir kaldı rakiple ama yanında gelen kendi arkadaşını gördüğü halde ayakta kalıp açıyı kapatmak yerine yere yatarak topa elle müdahale etmesi Galatasaray'ın gardını düşüren hareket oldu. İlk yediği golde de yine öne gelip açıyı kapatmalıydı. Bu tarz golü bu hafta Beşiktaşlı Hakan yedi (ilk gol), Kasımpaşa'dan Murat yedi. Son olarak da Ufuk...Elbette genç kaleciler ile yola devam edilme kararı saygı duyulacak, anlaşılabilir bir karardır ama siz Ufuk'un arkasına istikrarlı ve tecrübeli bir yedek koymazsanız o zaman Ufuk'u da kaybedersiniz. Galatasaray'ın yanlışı bana göre burada oldu. Mutlak suretle 3. bir kaleci transfer edilmeliydi.

Rijkaard'ın Elano'yu hala düşünmemesi de çok ilginç. Aydın'dan sezon başından beri verim alamadığı halde oyunu döndürme adına hamlesi bu maçta da o oluyor. Bu ana kadar ne oynadığı meçhul olan bir oyuncu Elano ama ne oynayabileceğini de biliyoruz. En azından bu maçta, üstelik Ankaragücü orta sahası oyundan düşmeye başlamışken şut tehditi olan ve araya paslar atabilen böyle bir oyuncu neden tercih edilmez anlamadım.

Galatasaray'ın bu akşam saha içinde yaşadıkları dün gece Beşiktaş'ın başına gelenlere tıpatıp benziyordu. Schuster'in de Rijkaard'ın da takıma ne oynatmak istedikleri belli ama bu sistemde ellerinde buna uygun ya da bu oyunu becerebilen savunma ve savunma önü oyuncular yok. Bu yüzden de iyi kontratak yapan biraz dirençli takımlara karşı inanılmaz zor durumlara düşüyorlar. İki takımın da oynadığı ikinci yarılar biraz ağır olacak ama kendilerinden utanmaları gerekecek kadar kötüydü.

Ümit Özat ikinci yarıda Galatasaray'ın defans zaafını hemen gördü ve bunu değerlendirdi. Hürriyet hamlesi de doğruydu. Ancak buna rağmen bence fazla rahatladılar maçın sonlarına doğru. Belki Özgür'ü sakatlanmadan önce oyundan alabilse o bölgeden verdikleri açıkları vermezlerdi.

Haftaya Fenerbahçe derbisi var. Baros'un oyundan çıkarken görüntüsü hoş değildi. Adale sakatlığının derecesi önemli ama oynamama ihtimalinde çok zorlanacaklardır Kadıköy'de. Sezon başında iki kritik mevkiyi (kaleci ve santrafor) yedeklememelerinin faturasını pahalıya ödeyecekler bu gidişle.

NOT: Sanırım Galatasaraylı taraftarlara bu gidişatı değiştirmek için neler yapılmalı diye sorsalar, yukarıdaki resimdekilerden sağdakini tribünden sahaya, soldakini ise tribünden dışarıya göndererek işe başlarlar.