30 Eylül 2010 Perşembe

Schuster için 2. sınav zamanı!


Beşiktaş adına maçın en heyecanlı ve gerilimli anı Quaresma'nın sağ arka baldırını tutarak kendini yere bıraktığı andı sanırım. Portekizli'nin takım içinde öyle büyük bir etkisi var ki takım arkadaşları ve hatta kenar bile fazlasıyla panik yaptı sakatlık sonrası. Öyle ki yedek kulübesinde bir süre tedavisi devam etti. Kötü haber de maçın ardından geldi. En az 3 hafta yok Q7! 

Onun varlığı elbette çok önemli ama bu sakatlık sonrası sahadaki ve kenerdaki görüntü Querasma'ya bağlı değil adeta bağımlı bir tabloyu gösterdi bize. O, saha içinde olduğunda ve takım ileri çıkamadığında ister istemez onun üstüne yıkılıyor oyun. Eskiden sıkışınca Hakan Şükür'e şişirmek diye bir kavram vardı Türk futbolunda. Biraz da abartarak ama gerçekçi bir şekilde Beşiktaş ve Quaresma için de bunu söyleyebiliriz. Q7'siz Beşiktaş o ilk yarının son 15 dakikası ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi.

İkinci yarıda ise kendine gelmiş, sakin, ayağa pas yapan ve Querasma'sız nasıl oynaması gerektiğini çözmüş bir Beşiktaş vardı sahada. Tehlike durumunda basacakları bir buton olmayınca daha derli toplu oynamaya başladılar belki de ister istemez. Oyun anlamında herşey yolunda giderken sağ kanattaki alan paylaşma hatasına, Toraman'ın hamle zamanlamasındaki yanlışı da eklenince Veli Kavlak Rapid'i öne geçirdi. Toraman buna benzer bir hata daha yaptı maç içinde. Daha önce yazmıştım Beşiktaş'ın stoperlerinin sürekli oyun içinde kalması gerektiğini. Özellikle Ferrari dikkati çabuk dağılan bir stoper ve bu zaman zaman Beşiktaş'a pahalıya patlıyor. Her ne kadar birisi sakat olsa da bonservis toplamları yaklaşık 20 milyon Euro olan bu 4 stoperin bu kadar çok hata yapması şu anda işleyen sistemin en büyük zaafı gözüküyor. Beşiktaş'ın beraberlik golünü bulmasının ardından, Rapid'in ileri çıkan defansı da bu dakikadan sonra arka arkaya bulunan pozisyonların tetikçisiydi. Holosko kafasını kaldırmayı becerebilse son 10 dakikaya girerken maçı koparabilirdi Beşiktaş. Rapid adına da karşınızda Guti gibi bir adam varken o defansı bu kadar şuursuzca öne çıkarmaları maçı kaybetmelerine neden oldu diyebiliriz.

Hilbert'in sağ bekteki ikinci maçı da onun adına olumlu, bizim adımıza da ikna ediciydi. Defans ile nispeten daha uyumlu, ileri çıkışları da daha istikrarlıydı. Erhan Güven'in de yaklaşık 1.5 ay olmaması ve Ekrem'in sakatlığı onu şu an tek opsiyon yapmış durumda bu kanatta. Schuster'in 6 yabancılı planı bir daha gözden geçirip ona bu takımda yer açması gerekecek.

Tabata'nın biraz daha sorumluluk alması, biraz fazla top kaybı yapmasına rağmen Guti'ye biraz daha yardımcı olması bu sistemin işleyişi açısından olumlu bir gelişme. Ernst'in de yeri geldiğinde bu role soyunabilmesi maç içinde Guti'ye biraz soluklanma şansı veriyor. Bu orta saha yapısı eğer biraz daha direnç kazanabilirse,  o istenilen ayağa pas yapan, tempoyu ayarlayan "aklını kullanan" bir orta saha olmaya doğru adım adım ilerliyor.

Son söz olarak da Beşiktaş'ın saha içindeki özgüveni ve Guti&Quaresma'nın varlığı bu son 4 maçta son dakikada alınan ya da geriden gelip kazanılan maçların şifresidir. Şimdi önlerinde Quaresma'sız oynamaları gereken bir ay var. Bu süreçte Trabzonspor ve Porto gibi zor maçları da olacak. Schuster geçen hafta sonu Guti'siz bir sınav vermişti Antalya önünde. Şimdi başka ve uzun bir sınav onu bekliyor olacak.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Yarım düzine gol, sıfır futbol!


Ali Sami Yen Stadı'nda, Kasımpaşa seyircisinin nitelik ve nicelik olarak fazla olduğu saçma bir maç oldu. Pazartesi maçlarına alışık olmadığımızdan mıdır nedir maça ısınmakta zorluk çektim. Futbolcular ve seyirci de ısınamamış olacak ki hem kötü oyun vardı hem de kötü taraftar. Bu kadar gole rağmen oynanan futbol hiç tat vermedi. Halı saha maçı tadında, ilk 25 dakikada 5 golün olduğu ve orta sahaların neredeyse hiç oyunda olmadığı bir maç oldu.

Kasımpaşa geçen seneye göre bir değil birkaç basamak geriye gitmiş. Başta defans hattı olmak üzere herkes birbirine yabancı. Ersan da, onları geçen sene ligin en golcü takımlarından biri haline getiren hücumdaki ahengi bozmuş. Takımda ne yaptığını bilen tek adam kalmış o da Yekta. Yılmaz Vural bu takımı nasıl toparlar bilinmez ama acilen birşeyler yapması lazım çünkü sahada kötü görüntü veren "boşvermiş" bir takım var. Hele maçın sonları onlar adına utanılacak kadar kötüydü. 5. golde Niang'a ve son golde Alex'e müdahale etme çabasına giren bir oyuncu bile yoktu. Bir de bu Ersan Martin'e her sezon başında birilerinin can simidi gibi sarılmasını anlamıyorum. Sivas'a gitti Sivas çöktü...Ardından Manisa'yı bitirdi...Şimdi de Kasımpaşa...Yaptırdığı penaltı kafası futbolda olan bir adamın yapacağı bir hareket değil. Artık yeni yüzler bulun. Başınıza neler geliyorsa bu "ununu elemiş, eleğini asmış" adamlardan geliyor zaten.

Fenerbahçe adına da söyleyebileceğim fazla birşey yok atılan 6 gole rağmen. Geçen hafta Beşiktaş önündeki takımı beğenmiş olacak ki kadroyu bozmamış Aykut Kocaman. Stoch yine kenarda...Defansın ortası tam bir faciaydı. Yenilen iki golde de bu orta ikilinin arasındaki büyük mesafelerin değerlendirilmesinden geldi rakip takım adına. Santos sezon başından beri yok. Ersen Martin'in Brezilyalı versiyonu...Zaten Aykut Kocaman da devre arası stoper ve sol bek ile harcadı değişiklik haklarını.

Dia bu tarz takımlara karşı iş yapar görünür ama size seviye atlatacak bir oyuncu değil bana göre.

Niang bu sene Fenerbahçe'nin yaptığı en doğru hamle. Querasma ile birlikte ligin en verimli adamı belki. Hem oyun hem skor anlamında. Hızlı, bitirici ve disiplinli...Anelka, Kezman ve Guiza'nın aksine...Yönetim bu sefer yoğurdu iyice üflemiş...

Kasımpaşa'nın işi çok zor. Yılmaz Vural da Rıza Çalımbay'ın ardından giden ikinci hoca olursa olursa şaşırmam. Fenerbahçe'de ise düzelmesi gereken çok şey var daha. Defansın ortası ve Emre hariç göbek çok yumuşak kaldı. Stoch'tan beklenilen verim alınamıyor. Süre alan yerliler de (Gökhan Gönül, Topuz, Selçuk) iyi durumda değiller. Gökhan Ünal tamamen unutulmuş gibi. Yarın bir gün Niang'a birşey olursa takım baştan aşağı çökecekmiş gibi kırılgan bir görüntü veriyor. Aykut Kocaman'ın da işi hiç kolay değil...

Not: 100. yazı da Fener'e denk gelmiş. Hayat ilginç tesadüfler ile dolu :-)

Şampiyonlar Ligindeyiz!


Bugün sabah saatlerinde açıklandı Cüneyt Çakır ve ekibinin Rubin Kazan-Barcelona maçına atandığı. Geçen seneki UEFA yarı finalinin ardından bu sene bir basamak daha çıkmasını bekliyorduk. Bu kadar çabuk ve sezon başında olması ise güzel bir sürpriz oldu Türk hakemliği ve futbolu adına. 10 yıl sonra Oğuz Sarvan'ın ardından ilk kez Türk hakemliği Şampiyonlar Ligi'nde temsil edilecek. Üstelik de Barcelona gibi Avrupa'nın en göz önündeki takımının maçında.

UEFA her sezon başında hakemlik kategorilerini açıklar. Şampiyonlar Ligi, Avrupa Ligi ve çeşitli yaş gruplarına ait uluslararası maçlarda görev alacak hakemler bu listeye göre seçilir. Şampiyonlar Ligi hakemleri ise çoğunlukla "Elite" kategori denilen en üst listeden seçilir. Yanlış bilmiyorsam yaklaşık 30 hakem yer alır bu listede. Cüneyt Çakır ise Elite kategorinin iki altındaki liste olan "Premier Development" kategorisinde yer alıyor. Bu ikisinin arasında ise "Premier" kategorisi bulunur. Bu klasmandan böyle bir maça atanması, bence UEFA'nın onu önümüzdeki senelerde daha üst organizasyonlarda ve seviyelerde düşündüğünün göstergesidir. Bu sene emekli olan Rosetti, Mejuto Gonzales ve Ovrebo'nun yerine Elite kategoriye alınan Rocchi ve Blom 1973 ve 1974 doğumlular. Cüneyt Çakır ise 76 doğumlu ve şu an yukarıdaki liste için belki de en güçlü adaylardan. Tabii iyi performansını devam ettirdiği sürece...

1936 Berlin Olimpiyat Oyunlarında görev alan ilk uluslararası hakemimiz Şazi Tezcan'dan Cüneyt Çakır'a uzanan dikenli, zor ve zahmetli bir yoldan geçmiştir Türk hakemliği...Her ne kadar çok çok iyi bir durumda olmasak da hakettiğimiz yerde de değiliz şahsi fikrime göre. Bu bakımdan Cüneyt Çakır ile başlayan bu yeni süreç çok olumlu. Arkada bekleyen Bülent Yıldırım, Fırat Aydınus ve Tolga Özkalfa da umarız bu yolda ilerlerler.

Durduğun yeri bileceksin...


Eskişehirspor yönetimi bugün resmi olarak Rıza Çalımbay'ın görevine son verildiğini açıkladı. Gayri resmi açıklamayı ise Çalımbay'ın kendisi dün gece 2 farklı televizyon kanalında (benim görebildiğim) yapmıştı. Bu açıklamaların gerekliliğine ve yapılış şekline de değineceğim. Ama önce yaklaşık 2.5 seneden beri ligde istikrarı yakalama adına umut veren yapılanmanın içinde iken, daha 6. haftada Eskişehirspor yönetimini sabırsızlığa iten şeyler nelerdi bulmaya çalışalım.

Öncelikle Bursaspor'un şampiyonluğu, arkasına taraftar desteğini almış ve kısa vadede teknik direktör/lig sıralaması anlamında istikrarı yakalamış olan Anadolu'daki şehir takımlarının iştahını kabarttı. Bunların içinde aslında Bursa'dan önce oralarda olmasını beklediğimiz Kayserispor'u, potansiyelinin hep altında performanslar çıkaran ama Tolunay Kafkas ve bazı kalburüstü isimlerin katılması ile Gaziantepspor'u, para ile beraber başka bir çok gücü de arkasına almış, önemli yabancı isimleri kadrosuna katmış Ankaragücü'nü ve bu takımlar arasında en önemli taraftara sahip olan ve lige tekrar geldiğinden beri istikrarlı bir yapıya bürünen Eskişehirspor'u sayabiliriz. Ama istikrar anlamında da içlerinde en istikrarlısı, en çabuk pes edenleri oldu bu dörtlüden. Belki beklenti anlamında da en baskı altında olan kulüp Eskişehir. Sadece skor değil iyi oyun isteyen bir taraftarları var. Böyle bakıldığında sezon başından beri skorları bir kenara bırakın, saha içindeki oyundan da memnun değildi taraftar. Bunu da iç saha maçlarında çok sık belli ettiler. Çalımbay ile seyirci arasında bir gerilim olduğunu da herkes biliyor. Sebepleri çok net olmasa da ben bu huzursuzluğun sadece belli bir gruba ait olmadığını düşünüyorum. Eskişehir seyircisinin profiline uyabilecek bir teknik adam değil Rıza Çalımbay. Açıklamaları olsun, kulübedeki duruşu olsun seyirciye hitap edebilecek bir yapıya sahip değil. Eskişehir seyircisi ile Beşiktaş seyircisi birbirlerine benzerler aslında. Çalımbay Beşiktaş'ın başında iken de seyircinin ve camianın içine sinen bir teknik adam olmadı hiç bir zaman. Yıldırım Demirören ile verdiği bir resim vardır, "Başkan teknik adamının başını okşarken" temalı...O resim belki de kulüpteki sonu olmuştu.

İyi niyetli bir yapısı olsa da teknik adam olarak sağlam bir duruşu olmadı hiç bir zaman benim gözümde. Hani bunları Beşiktaş'ın yıllarca kaptanlığını yapmış, "temiz futbolcu" imajını Türkiye'ye göstermiş, örnek olmuş bir adama söylemek kolay değil ama sıkıntı zaten onun teknik adam/yönetici sıfatı ile kenarda durmasında. Rıza Çalımbay illa ki çalıştığı futbolcu grubu ile iyi ilişkiler içerisinde olmuştur yoksa Denizli ve Eskişehir'de bu kadar yıl barınamazdı. Ama temel sorun bence kendini yönetebilmesinde, daha doğrusu yönetememesinde...En basitinden dün akşam çıkıp televizyonda, hem de kendini kısa yoldan en basit şekilde harcayabilecek bir programda ve üstelik istikrarsız, birbirini tutmayan açıklamalar yapması onun bu "kendini yönetme" konusunda yaşadığı problemi gösterdi bana. Bir gün sonra yönetimin kararı açıklayacağını söyleyip, bir yandan da ayrıldığını ağzında gevelemesini ben anlamış değilim. Ardından yine ekranda Ümit Karan ile olmadık bir diyaloga girmesi...Ve aynı cümleleri, aynı istikrarsızlık ile bir kaç dakika sonra başka bir kanalda söylemesi...Eline ne geçti peki? Hiç...Peki başkanla yaptığı görüşmeden sonra telefonunu kapatıp ertesi günü beklese ve o zaman içini dökse fena mı olurdu...Bence Rıza Çalımbay'ı Eskişehir'in kabul etmemesinin ardında yatan en önemli sebep bu.

Başka bir noktaya daha deyinelim. Sezon başında ortalık süt liman iken, Tello, Pele ve Batuhan alınmış iken ben Çalımbay'ın ağzından "stoper istiyorum" lafını duymadım hiç. Ya Galatasaray ya da Bursa maçından sonra idi tam hatırlamıyorum "stoperim yok" demeye başladı. Sen geçen sene de Sezgin, Nadarevic ve Vucko ile oynamamış mıydın? Şimdi geçen sene o oyuncular ile yapabiliyorken bu sene aynı oyunculardan verim alamıyorsan takımın içinde bulunduğu durumu sadece yenilen "şanssız" gollere ve alınamayan stoperlere bağlamak da biraz istikrarsızlık olmuyor mu...Senin teknik adam olarak hiç mi kabahatin yok bu oyunculardan verim alınamamasından...Son dakika golü ile berabere kaldıkları Sivas maçının tamamını izledim fikir sahibi olmak için...Kötünün kötüsü bir oyun, yanlış oyuncu tercihleri, oyuna geç müdahele, vs.vs...Ama maç sonunda yine şanssızlıktan yakınıp iyi oynadıklarını söyleyen Rıza Çalımbay...Gözümüzle görmesek...

Özeleştiri yapmasını bilmek lazım...Futbolculuk ve teknik adamlık apayrı şeyler. Kenarda duran adamın teknik bilgisi kadar hayattaki duruşu da önemlidir. Bana göre Rıza Çalımbay yetiştiği ve kaptanlık yaptığı kulüpten aldığı o mirası ve duruşu teknik adamlığında harcıyor. Bu sene hedefsiz bir takımı çalıştırmak yerine dinlenmesi ve kendini dinlemesi alacağı en doğru karar olacaktır.

26 Eylül 2010 Pazar

Nani-Tevez-Owen

Premier Lig'de bu hafta iki şahane gol izledik. Manchester United'da Nani ve Manchester City'de Tevez birbirine benzer iki gol attılar. Topu kontrol edişleri, ilerlemeleri ve vuruştan önce ters tarafa çalım atıp diğer yöne vurmaları tamamen hız ve zeka ürünü iki gol izlettirdi bize bu hafta. Her iki gol de bana Michael Owen'in Fransa 98'de Arjantin'e attığı o efsane golü hatırlattı. Hafızaları tazelemek isteyenler için linkler aşağıda...

Nani (Bolton-ManU; 2.gol): http://www.goalsarena.com/video/england-barclays-premier-league/26-09-2010-bolton-w.-manchester-united_en.html

Tevez (City-Chelsea): http://www.goalsarena.com/video/england-barclays-premier-league/25-09-2010-manchester-city-chelsea_en.html

Owen (İngiltere-Arjantin): http://vids.myspace.com/index.cfm?fuseaction=vids.individual&videoid=1765666

Guti'siz av devam ediyor


Maç öncesi aslında en çok merak edilen soru Schuster'in "Guti'siz" planının ne olacağı idi. Çünkü onun görevini birebir yapabilecek alternatif bir isim yok Beşiktaş'ta. Daha doğrusu o pozisyonu o şekilde doldurabilecek bir oyuncunun eksikliği var diyelim ki mevzu Guti olunca öyle tek bir hamle ile onun yerini doldurmak da imkansız oluyor. Schuster'de bunu bilerek sahaya farklı bir anlayış ile çıktı bu sefer. Orta sahada Aurelio-Necip-Ernst 3'lüsü ile başladı. Aurelio iki stoperin hemen önünde (bazen aralarında???) çakılı bir vaziyette oynarken Necip ve Ernst hücumları yönlendiren isimlerdi. Schuster Guti'nin eksikliğini hem bu ikiliyi ataklara daha çok katarak hem de Quaresma ve Tabata'yı pas trafiğinin içine daha çok sokarak gidermeyi istemiş gibi bir görüntü vardı sahada. Quaresma özellikle ilk yarım saatte, geride kalan maçlara kıyasla daha çok ortaya geldi ve Bobo'ya daha yakın oynadı. Ama bu plan Beşiktaş'ın üretim gücüne fazla yansımadı. Nitekim ikinci yarıda kanatları daha çok kullandılar bu da ortadaki o kısır kalabalığı dağıttı. Ernst hücum bölgesine daha çok yaklaştı ve pozisyonlar buldu Beşiktaş.

Schuster için alternatifleri keşfettiği bir maç oldu da diyebiliriz. Öncelikle elinde Guti'siz bir oyun planına sahip olmuş oldu. Ernst'i ilerde kullanabileceğini gördü. En önemlisi sağ bekte zoraki de olsa artık elinde bir Hilbert opsiyonu var. Aslında ben sezon başından beri Hilbert'in o bölgede neden kullanılmadığını merak ediyorum. Stuttgart'ta iken bu bölgede sık sık oynamışlığı vardı. Açık oynadığı zaman arkası dönük topu alıp, dönüp katedebilen bir oyuncu değil ama bek oynadığında oyun bilgisi ve fiziği ile defansif görevlerini yerine getirebiliyor. Şimdi goldeki hatasına ne diyeceksin diyebilirsiniz ama bu tip pozisyonlar ilk defa beraber oynayan oyuncular arasında yaşanır, doğaldır. Goldeki hatayı ben Hakan ve Hilbert'e eşit paylaştırırım. Hakan topun kontrolü kendi bekinde iken çıkmakla hata etmiştir ama Hilbert de Hakan'ın geldiğini görmesine rağmen tehlikeyi sezemeyip kalecisini yanıltmıştır. Çözülemeyecek bir problem değil. Eğer Schuster Hilbert'den bu bölgede yararlanmayı düşünürse ki bence düşünmelidir bu iletişim zamanla oturacaktır.

Aurelio'nun eskiye oranla geriye giden en önemli özelliği hızı. Yavaşlayınca ve güçten düşünce oynadığı alan daha da küçülüyor. Milli Takım maçlarında olduğu gibi yine stoperlerin arasında gömüldü bu maçta da. İlerleyen maçlarda mutlak suretle Necip'in şu son maçlarda üzerine sinen tedirginliğini bir şekilde halledip sezon başındaki o dinamik hali ile oraya monte edilmesi gerekir. Aurelio'nun transferinden sonra Necip'te o eski özgüveni göremiyorum ben. Her maç daha çok top kaybı yapmaya başladı. Ama potansiyelini biliyoruz. O "çaylak duvarı" na çarpmadan Schuster'in önlem alması lazım.

Son sözler de Bobo'ya gelsin. Bu sezon ligdeki 5.golünü attı Brezilyalı. Gol vuruşları eskisine oranla çok daha iyi. Özellikle ilk goldeki ayak dışı vuruşu harikaydı. Daha önce söylemiştim Bobo sahada kaldıkça kendine gelen ve performansını arttıran bir oyuncu. Bu sezon yerini Nobre ile daha fazla paylaşsa da aldığı süreler eskiye oranla daha fazla. Yine gelişen bir diğer özelliği ise arkada oynayan oyuncuların kalitesinin artması ile o da aralara daha çok kaçmaya başladı. Dün gelen iki golde de pozisyon alışı çok iyiydi. Fizik olarak iyi durumda oldukça bu performansını devam ettirecektir...

25 Eylül 2010 Cumartesi

Kayseri için sezonun sonu mu?


Kayserisporluları üzen ve karamsarlığa iten kötü haberi bugün bizzat Şota verdi. Cangele'nin Fenerbahçe maçında geçirdiği sakatlık beklenenden daha kötü çıktı ve sağ diz iç yan bağlarında kopma meydana geldiği ortaya çıktı. Büyük ihtimalle de sezonun kalan kısmında forma giyemeyecek Arjantinli.

Sezona iyi giren Kayseri için çok şanssız bir sakatlık. Çünkü Sota'nın elinde ilk 11 anlamında iyi oyuncular olsa da dar bir kadro var. Yedek olarak düşünülen oyuncuların birçoğu genç ve tecrübesiz isimler. Her ne kadar Zalayeta transfer edilmiş olsa da Cangele şu an Kayserispor'un hücumunu şekillendiren ve hareketlendiren oyuncuydu. Zalayeta daha statik bir oyuncu. Şota belki bir sistem değişikliğine gidecek belki de onun yerini genç oyuncularla doldurmaya çalışacak. Bunun için görünen en önemli aday Ömer Şişmanoğlu. Geçen sene iyi maçlar çıkartmıştı. Bu sakatlık belki onun çıkışına yarayacaktır. Ama her ne olursa olsun Kayserispor büyük bir darbe aldı ve üst sıraları zorlayacağı bu sezonda Cangele'siz zorlanacaklardır.

Manchester City:1 - Chelsea:0 - "Orta"da bir maç oldu!


Maçın 30 ve 60. dakikaları civarında orta sahada öyle iki mücadele oldu ki adeta iki ordunun o savaş meydanındaki meşhur çarpışmaları gibi ardarda hamleler, çarpışmalar, yerde yatanlar, herşey vardı...Hakikaten bir meydan muharebesi görmüş gibiydi o iki dakikada City of Manchestar stadındaki seyirciler. Ama hepsi bu! İsmi büyük bu maç beni de fazlasıyla beklentiye sokmuştu. Hele geçen seneki City-Chelsea maçlarından sonra...Ama sonuç bir hayal kırıklığı oldu.

Rus ve Japon milyarderlerin sahip olduğu, 2 İtalyan'ın çalıştırdığı iki takımın maçından ne çıkar dersiniz? Cevap: Ali Ece'nin de maç içinde söylediği gibi mücadelesi fazla ve pozisyonu az tipik bir Serie A maçı...Aslında iki takımın orta sahadaki 3'lülerine bakarsak daha net anlaşılır bunun nedeni. City'de De Jong, Yaya Toure ve Barry maça başlayan 11'de yer alırken, Chelsea'de Ramirez, Essien ve Obi-Mikel orta sahayı oluşturen isimlerdi. Düşünün Chelsea geçen sene Lampard ve Ballack ile oynuyordu. Gerçi Ancelotti'nin mazereti var bunun için çünkü Lampard sakatlığı sebebi ile oynamadı. Ama Mancini için mantıklı bir sebep bulmak zor. Özellikle zor gol atan bu takımı ileriye götüren yegane adamlardan Adam Johnson'ı kenarda tutmasına...Dolayısı ile saha içinde bütün yük Milner ve Tevez'e kaldı City'de. Bu ikili her atakta topu taşıyan isimlerdi. Tevez'in golünün önünde de saygı ile eğilmek gerekir. Topu orta sahada aldığında ben City of Manchester'da olsam "geliyo bee" diye şöyle bir ayağa kalkardım sanırım. Nitekim de adına yakışır inanılmaz bir gol attı "Scarface".

Chelsea adına kötü bir maç oldu. Drogba etkisizdi. Ama her ne olursa olsun bu takım gibi ışık hızı ile atağa kalkan bir takım çok az vardır. Topun Cech'den ya da Terry'den Drogba'ya ulaşması göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşiyor. Üstelik de topa bazen iki bek veya iki açıkta oyuncular dokunduğu halde. Bu maçta sadece iki kere görebildik bu çıkışı...

Chelsea açısında ekstrem bir maç oldu. Onları bir daha bu kadar bitik ve etkisiz görür müyüz bilemem. Ama bu arenanın yeni gladyatörlerinden City için, Mancini'nin düşündüğü plan bu ise seyircisinin çok memnun olacağını söyleyemem oynanan futbol anlamında. Az pozisyon bulan bu takımın savunma anlayışı da bir o kadar üst düzeyde bunu söylemem lazım. Maçın son dakikalarında Anelka ceza sahasına yaklaşırken yanında tam 6 City'li bitiverdi. Ama maç boyunca neredeyse hiç ciddi pozisyonları olmadı. Bu sanırım bizi bu sene nasıl bir City beklediğini anlatmaya yeterli... 

24 Eylül 2010 Cuma

Stoke Bursa!


Ertuğrul Sağlam'ın elinde farklı sistemleri oynatabileceği, oyun içinde bir iki değişiklik ile oyunu tutabileceği ya da tam tersi hızlandırabileceği ilginç bir kadro var. Valencia mağlubiyetinden sonra yeni transferlerin şampiyonlar liginde onları taşıyabilecek düzeyde olmadığı konusunda çok eleştirildi Ertuğrul Sağlam. Bence aklı başında hamleler yapmış. Öncelikli amacının zaten elinde olan bu şampiyon kadroyu yedeklemek olduğunu defalarca söylemişti. Ama aslında yedeklemekten ziyade klonlamış desek daha doğru olur. Alınan oyuncular belki özellik ve yetenek olarak eldekilerden daha iyi değiller ama hepsi taktik disipline uyan ve sistemi işleten oyuncular. Bu da Ertuğrul Sağlam'ın rotasyon yapmasını kolaylaştırıyor. 2 önemli oyuncusunun (Sercan ve Volkan) sezon içinde yıpranmasını engellemek için Steinert ve Nunez'i kullanıyor. Her ikisi de yetenekli oyuncular ancak tempoları yerliler gibi değiller. Göbekte de Hüseyin ve Ergic'i zaman zaman Bekir Ozan ile dinlendiriyor. Geride de Stepanov ve Ömer'i İbrahim Öztürk ile...Vikipedia'ya "görev adamı" yazsanız büyük ihtimalle karşınıza Bekir ve İbrahim çıkacaktır. Ne zaman görev verilse sanki hiç yedek oturmamışlar gibi aynı özgüven ve disiplin ile oynuyorlar. Insua bu takımda geçen sene sadece Batalla'ya endeksli olan yaratıcılığı bir nebze daha arttırmış gibi gözüküyor. Hazırlık dönemini sakat geçirdiği için henüz 90 dakikayı çıkarabilecek düzeyde değil ve Ertuğrul Sağlam da onu zaten oyunun belli bölümlerinde kullanıyor şimdilik. Son anda kadroya dahil olan Svensson'u ise hala izleyemedim.

Bucaspor'a karşı kontrollü başladıkları oyunda yine tipik bir yan top golü ile öne geçtiler. Tempoyu ilk yarıda neredeyse hiç yükseltmediler. Zaten ilk yarıdaki kadro da buna uygun değildi. İkinci yarıya Sercan ve Insua ile başladılar. Bucaspor'un biraz daha açılacağını öngörüp biraz tempo yapmak istedi Ertuğrul Sağlam. Sercan'ın hızından, Insua'nın yaratıcılığından da oldukça faydalandı bu yarıda. Çünkü Buca'nın orta saha kurgusu Bülent Uygun'dan beklenmeyecek bir dizilişe sahipti. Oyuna Musa ile başlama tercihi ortada İbrahim Dağaşan'ın tek başına kalmasına sebep oldu. Böylece o bölgede oldukça boş alan buldu Bursa ikinci yarıda. Bülent Uygun burada karşı hamlesini oyuna Ragıp'ı alarak yapsa da takımın gole ihtiyacı olması, o boş alanları kapatmalarına ve oyunu sıkıştırmalarına engel oldu. Eğer Sercan en büyük eksikliği olan o son topları kullanma becerisini biraz arttırmış olabilseydi, Bursa oyunu bitirebilecek golleri bulacaktı.

Yalnız ilk yarıdaki oyunda Bursa, yan toplar dışında herhangi bir B planı olduğu izlenimini vermedi bana. Öyle ki orta çizgiden yapılan serbest vuruşları bile stoperleri ileri çıkararak kullandılar. Bu da maçın temposunu oldukça düşürdü. Bazen acaba Stoke City'yi mi izliyorum diye sordum kendime maç esnasında. Hatta Ali Tandoğan'da da Rory Delap'ı görmedim desem yalan olur. Tek farkları biri elini, diğeri ayağını kullanmayı tercih ediyor. Kısaca bu düzen elbette bir tercihtir onlar adına ama ilk golü bulamadıkları maçlarda ve tempo yapan takımlara karşı sıkıntıya düşeceklerdir ileride.  Aynen Valencia maçında olduğu gibi...

23 Eylül 2010 Perşembe

Ibra Milan'da neden mutlu?


Dün akşam oynanan Lazio-Milan maçından bir kesit var yan tarafta. Bu resim İbra'nın neden Milan'da mutlu olduğunun yanıtının gizli olduğu pozisyonun başlangıcını gösteriyor. Videonun linkini de aşağıya iliştirdim.

Pozisyonda Ibrahimovic topu alıyor, kendi tarzınca topu ayağının altında gezdiriyor, vurur gibi yapıyor, sola çekiyor, sağa çekiyor, oynuyor ve vuruyor. Bu esnada da kafasını kaldırmıyor bile. İşte onu anlatan herşey aslında bu pozisyonda gizli. Olağanüstü yetenekli ama bir o kadar egoist, oyunu kendi bildiğince oynayan, sistemin merkezinde yer alan ve en uçta oynasa da topu sürekli elinde isteyen bir gard gibi davranan bir oyuncu o. Barcelona'da ancak bir sene barınabilmesi de bu yüzden. Çünkü o işleyen bir çarkın dişlisi olamaz, doğasına aykırı...O sadece çarkın kendisi olabilir. İşte Milan'da da yanında Ronaldinho, Pato ve Robinho olsa da o, çarkın dişlisi değil ta kendisinin olduğunun farkında. Ajax'ta, Juventus'da, İsveç Milli Takımında ve hatta Mourinho'nun takımında bile ayrıcalıkları olan özel bir oyuncu idi. Barca'da ise takımın bir parçası olması istendi. Katalanlara imza attığında büyük bir gururla "En iyiler daima Barcolana'da oynamalı" demişti ama orada kalabilmek için sadece "en iyi" olmanın yetmediğini ancak bir sene sonra farketti. Ama iş işten geçmişti...

Not: Bahsettigim pozisyon videoda 16. ve 24. saniyeler arasında!

http://www.goalsarena.com/video/italy-serie-a/22-09-2010-lazio-ac-milan_en.html

İmajını yırtıp atma hocam!


"Yakışmadı hocaya" diyerek klasik bir giriş yapmak istemiyorum çünkü bu tarz açıklamalar bazen motivasyon adına ya da genelde o kendine hakim olamama duygusu ile zaman zaman yapılır. Daha önce çok gördük bunun örneklerini. Daha haftasonu Manisa maçının ardından Hikmet Karaman neredeyse kendini kaybetme sınırına gelmişti canlı yayında.

Benim şaşırdığım ise, olaylı Milli Takım macerasından sonra Uzakdoğu'da arınma süreci geçiren ve döndüğünde hakikaten karşımıza "akil adam" imajı ile çıkan Şenol Güneş'in Trabzon adına herşey düzgün giderken böyle bir açıklamayı yapmış olması. Şenol Güneş'i beğenirsiniz beğenmezsiniz ama sakinliğini olabildiğince koruyan, temiz bir imajı vardır kamuoyunda. Geçen sene Trabzon'a gelmesi onlar adına sadece basit bir teknik adam değişikliği değildi. Trabzon'daki o her daim yüksek gerilimi azaltıp, heyecanı arttıran, taraftarı ve yönetimi toparlayan, birleştiren "işi bilen adam" etiketi ile Trabzon adına yeni bir sayfa açan adamdı Şenol Güneş. Her ne kadar bu ara çalkantılı bir dönem geçirse de bu istifalara rağmen taraftar ve camia galeyana gelmiyorsa bunda Şenol Güneş isminin büyük bir etkisi vardır.

Lige iyi bir başlangıç, Liverpool'a karşı fazlasıyla takdir görmüş bi direniş ve bir önceki hafta alınan 6 gollü galibiyetin ardından tek bir Manisa mağlubiyeti ile Şenol Hoca'nın bu denli olumsuz bir tavır içine girmesi ilginç geldi bana. Üstelik de maçın üzerinden 5-6 gün geçtikten sonra yapılan bir açıklama. Zamanlama ve tarz açısından da garip...Yani zihnimde mantıklı bir yere yerleştiremedim bu açıklamayı. Şenol Güneş'in böyle hesaplar içine girdiğini pek görmedim ama aklıma gelen tek sebep bu ardarda gelen istifalar karşısında dikkati başka yöne de çekme adına verilmiş olması bu demecin. Zira ortada iyi giden bir sezon var ve tamamen yönetim kaynaklı zaaflarla bunun çöpe atılmasını istemeyecektir hiç kimse. Yoksa başına büyük bir taş düşmüş olması lazım bunları hele bu üslupla söyleyebilmesi için.

Bugün de internet sitesi üzerinden bilindik mazeretlerle özür dilemiş. Bu ligin şu anda ciddi şampiyonluk adaylarındandır Trabzonspor. Uzun zamandır ilk defa kadro, kulübe ve yönetim bir uyum içindeler. Şenol Güneş'den kulübenin dışında da birçok şey bekleyen bir camia var karşısında. Bu yüzden de güzel şartların oluştuğu bu sezonda en çok onun soğukkanlı kalması lazım.

Konunun uzmanı


Ekranın altında bantta yazan soruyu gerçekten bu konunun uzmanına sormuşlar. NTVSpor'daki "Gündem" progamının konuğuydu bugün Sergen. Ersin Düzen programın konusunu anons ederken aklıma ilk gelen isim Sergen oldu ve derken kameralar onun o cin gibi bakışlarına yöneldi. Saha içini yorumlarken, futbolculuğunun aksine topu çoğu zaman dağlara taşlara atsa da futbolun eğlenceli tarafını gösteren en sevimli yüzlerden biridir Sergen. Herşey bir yana ekranda dürüst ve samimi bir adam olduğunu herkes kabul edecektir. Eğlenceli bir program oldu. Aklımda kalan ilginç ayrıntılardan biri, Sergen'in futbolcuların düzenli ve sistemli bir hayata kavuşmaları için evlenmelerinin şart olduğunu söylerken işaret ettiği bir nokta idi. Orta sahada Ernst gibi, Ayhan gibi, Selçuk gibi güce dayalı oyun oynayan adamların düzenli hayata, yıldız oyunculardan daha çok ihtiyacı olduğu idi. Bir araştırma yapsak bu tarz "düz" oyuncular arasında evlenme oranının daha mı çok olduğu çıkar acaba:-)

Bernabeu'nun yüzü gülüyor...


Bu sezonun en popüler konularından birisi stad zeminlerinin içler acısı halleri bildiğiniz gibi. Özellikle İnönü ve Atatürk stadları o kadar kötü durumdaki maçlardan zevk alamıyor seyirciler. Hemen hemen herkes suçu, iklime ve bu stadlarda sık sık etkinliklerin düzenlenmesine atıyor ki her ikisi de doğrudur. Ancak konu bu kadar çok konuşulduğu halde halen somut bir adım atılmadı. Sürekli stadın zeminlerinin düzeltileceğine dair tarihler verilip duruluyor ama ne bir açıklama var, ne de stadlarda başlayan herhangi bir çalışma.

Real'in maçlarını izleyenler Bernabeu'unun zemininin de ne halde olduğunu görmüşlerdir. Hatta Guti bile bir röportaj sonrası o stadı hiç bu halde görmediğini ve çok şaşırdığını söylemişti. Ama ne oldu? Real Madrid daha fazla vakit kaybetmeden o utanılası zemini adam etmek için adım attı ve çalışmaları başlattı. Dünyanın en iyi zemin eksperlerinden kabul edilen İngiliz Paul Burgess ve ekibi 30 saatlik bir çalışmanın ardından yeni dizayna karar verip, çimler için Slovakya, Almanya ve Hollanda'dan siparişleri vermişler. Bildiğim kadarı ile mevcut zemini kaldırma çalışmaları haftaya sona erecek ve stad yeni zeminine kavuşacak. 3 Ekim'de de Ronaldo, Mesut, Higuain bu yeni zeminde oynayacaklar.

Aslında Bernabeu'nun zemin değiştirme işlemlerinin bu tarihe sarkması bile şaşırttı beni. Belki de teknik bir açıklaması vardır. Çünkü geçen sezon da aynı tarihlerde zemin yenileme işlemi yapılmış ve bütün kış boyunca hiç bir sıkıntı yaşanmamış.

Sözün özü, bu işi çözmek aslında bu kadar basit. Ben sadece bizimkilerin neden ve neyi beklediklerini anlamıyorum. Eğer bu bekleyişin bir şekilde teknik bir açıklaması varsa açıklanması lazım. Yok eğer sadece vurdumduymazlık ise, bu yöneticilerin hepsinin çıkıp da vay efendim biz zemin yüzünden oynayamadık derken utanmaları lazım.

Bilgi 1: Paul Burgess dünyanın en iyi zemin eksperlerinden biri olarak kabul ediliyor ve sadece 30 yaşında! Blackpool'da başladığı kariyerine, Arsenal'de devam etmiş ve Emirates'in o mükemmel zemininin mimarı olarak ün yapmış. Premier Lig'de de 5 sene en iyi zemin eksperi seçilmiş. Küçük bir parantez açarsak, böyle bir ödülün var olması bile aslında Premier Lig'in neden dünyanın en iyi organizasyonlarından biri olduğunu açıklamaya yeterli bence. Adamlar markalarına ve bu markanın imajına o kadar önem veriyorlar ki hayran olmamak elde değil. Devam edersek, Burgess bu sezon başında Arsenal'den Real'a transfer olmuş. Bu transferin arabuluculuğunu ise eski Real teknik direktörü Juande Ramos yapmış. Totthenam yıllarından kalma bir Emirates hayranlığı bulunsa gerek İspanyol hocanın.

Bilgi 2: Kaynaklarda Paul Burgess "groundskeeper" olarak geçiyor. "Zemin eksperi" çok da sakil durmadı sanırım.

Valencia: 7/24 üretime devam!


Avrupa'nın futbolcu fabrikalarından biridir Valencia. Üstüste iki Şampiyonlar Ligi finali oynadığı o efsane 99-00 ve 00-01 sezonlarındaki ikinciliklerin yerini eğer şampiyonluklar almış olsa idi bugün çok daha büyük puntolarla yazabilirdi tarih onların ismini. Ama herşey bir yana kazanmayı alışkanlık haline getirmiş ve yeteneklerin keşfedildiği, futbol piyasasına sunulduğu bir merkez haline gelmiş bir kulüp Valencia. Diğer futbolcu fabrikası takımlarından belki de en önemli farkları, bu futbolcuları kendi bünyelerinde azami ölçüde kullanıp ardından değerini kaybetmeden müthiş bir zamanlama ile elden çıkarabilmeleri. Bunun en güzel örneğini de bu sene verdiler sanırım. David Villa ve David Silva'yı doğru zamanda ve doğru kulüplere satarak büyük paralar kazandılar. Üstelik bu iki futbolcudan-herhangi somut bir başarı gelmese bile-transfer baskılarına rağmen yıllarca mükemmel verim almayı da başardılar.

Şimdi sıra geldi yeni yıldızlara. İyi bir başlangıç yaptıkları bu sezonda, bu akşamki Atletico Madrid beraberliği ile ilk puanlarını kaybettiler. İzlediğim Valencia bana yeni yıldızlar hakkında güzel ipuçları verdi. Üretim bandında sırada Juan Mata, Pablo Hernandez, Manuel Fernandes, Jeremy Mathiue, Soldado ve Tino Costa gibi isimler var. Gerçi Mata ve Soldado zaten banttan çıkmış ve hali hazırda piyasaya sunulmuş ve değerini günden güne arttıran isimler. Ama özellikle Hernandez ve Montpellier'den aldıkları yeni transfer Costa gümbür gümbür geliyorlar. Tabi umarım bu isimlere şimdilerde biraz "uyum sorunu" yaşayan Mehmet Topal'ı da yakın zamanda ekleyebiliriz.

Kısaca, fabrika 7/24 ve 3 vardiya üretime devam ediyor. Üretiyor, başarıyor ve kazanıyor. İşte örnek almamız gereken model bu...

Nuri Şahin


Gecenin taze ve sevindirici haberi Nuri Şahin'den geldi. Borussia Dortmund'un Kaiserslautern'i 5-0 yendiği maçta 3 asist ile gecenin yıldızı oldu takımı adına. Bu sezon takım ile doğru orantılı olarak iyi bir performans sergiliyor Nuri. 2-0 kazandıkları ve Nuri'nin mükemmel bir gol attığı Wolfsburg maçını izleme fırsatım olmuştu. Jurgen Klopp oyun içindeki liderine ciddi anlamda güveniyor. Nuri'nin özgüveni, yetenekleri ve oyun zekası bu genç takımın içinde onu doğal bir lider yapmışa benziyor. Dortmund bu sene daha da gençleşen kadrosu ile dinamik bir oyun oynuyor. Bu da Nuri'nin yeteneklerini sergileyebileceği en uygun ortam olsa gerek onun adına.

Nuri Şahin ismi gündemimizde uzun yıllardan beri yer alıyor. Ta ki o mükemmel performans sergilediği Almanya maçından beri. O günden beri öyle büyük beklenti sundu ki insanlara yeteneği ile, bu beklentileri karşılamayamadığı anlarda ismi de sanırım biraz eskidi eleştirilerin ve tartışmaların ortasında. Ancak o hala 22 yaşında ve şu an transfermarkt.de'ye göre de takımının Subotic'ten sonra en değerli oyuncusu. 17 yaşından beri Bundesliga'da oynuyor. Buna 1 sene de Feyenoord deneyimi eklemişti eski hocası Van Warwijk'in yanında. Genç yaşına rağmen uluslararası anlamda en tecrübeli oyuncularımızdan birisi.

Milli takım olarak ondan bu güne kadar neredeyse hiç yararlanamadık. İsmi bizim hafızamızda biraz tozlanmış olsa da eğer Milli Takım yakın zamanda bir yeniden yapılanma sürecine girecekse bunun baş aktörlerinden birisi, belki de en önemlisi Nuri olmalıdır.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Schalke'de değişim sancıları


Her ne kadar Magath panik yapmaya gerek yok diyerek, ortalık toz duman olan Schalke'de kontrolü sağlamaya çalışsa da dörtte sıfır çeken takımını nasıl düzlüğe çıkaracağı tamamen muamma. Üstelik de yıllardan beri en pahalı ve çarpıcı transferleri yaptığı sezonda...

Schalke ilginç bir kulüp aslında. Dünyanın en zengin kulüplerinden birisi. Bunun en büyük sebebi de dünyanın en büyük enerji şirketlerinden birisinin takımın ana sponsoru olması ve tabii ki arkasındaki muazzam taraftar desteği. Forbes dergisinin verilerine göre yaklaşık 400 milyon dolarlık bir değer biçiliyor kulübe ve bu da onları dünyanın en değerli 11. futbol kulübü yapıyor. Düşünün üstlerinde olan 10 takım Avrupa'nın üç büyük liginin her sene zirvesine oynayayan takımları. Her hafta ortalama 60 bin kişiye oynuyorlar ve bu seyirci ortalaması da kulübün sportif başarıları ile doğru orantılı değil. Köln gibi, Dortmund gibi ve bir çok köklü Alman kulübünde olduğu üzere onların da daimi bir taraftar desteği var arkalarında. Buna rağmen bir çok sezona mütevazi transferlerle girdiler yıllar boyunca. Son yıllarda aldıkları en değerli oyuncu Avrupa'nın standart üstü kanat ıyuncularından olan ama asla bir yıldız olmayan Jefferson Farfan idi. Bu yaz ise Schalke için değişimin başlangıcı oldu belki. Takımın en büyük gol silahı Kuranyi'yi Rusya'ya ve Rafinha'yı ise Serie A'ya yolladılar. Yine defansın önemli isimlerinden Bordon ile de yollar ayrıldı.

Geçen yılların aksine ses getiren iki transfere imza attılar. Raul'u ve Klaas Jan Huntelaar'ı Ventils Arena'ya getirdiler. Ardından Atletico Madrid'den Jurado'ya ciddi bir para verdiler. Bunun yanında 5-6 transfere daha imza attılar. Ama bu kadro değişimi ilk dört haftada takımın dengesini bozmuşa benziyor. Zor yenilen ve zor gol yiyen bir takım iken, bu sene ilk dört haftada 9 gol yediler ve bilindiği üzere hiç puan alamayıp ligin dibine yerleştiler. Elbette Magath kolay pes eden bir teknik adam değil ve mutlaka takımı toparlayacaktır. Ancak ilk dört haftada gözüken o ki onun da kafası biraz karışık. Magath'ın ligin başındaki oyuncu tercihlerine baktığımızda bunu kolaylıkla görebiliriz. Özellikle defans kurgusundan hiç memnun olmamış ki 4 haftanın hepsinde de farklı isimlerle oynadı ya da oyuncularını farklı pozisyonlarda denedi. Özellikle Rafinha'dan boşalan sağ bekte Matip, Uchido, Moritz ve hatta Metzelder'i bile denedi.  Orta sahada da aynı şekilde bir kaos göze çarpıyor. Rakitiç'e oyun liderliğini vermiş gözüküyor. Yine Farfan'ı 3 maçta kanatlarda kullandı ve takımın ileri gitmede zorlandığını düşünürsek onun yeri de garanti sayılır. Ancak Raul ve Huntelaar'ı ileride beraber kullanacağı bir sistemde göbekte kimlere forma vereceği hala bir soru işareti. Geçen senenin çıkış yapan isimlerinden Baumjohann'ı henüz sadece bir kez kullandı. Papadopulos, Jones, Matip ve Klüge bu bölge için alternatifler. Ama kabul etmek lazım ki Schalke'nin yumuşak karnı bu bölge.  Belki ara transferde buraya bir takviye düşünebilirler ve hatta düşünmeliler.

Magath Bundesliga'da mucizelere imza atmış bir teknik adam. Bir sistem ve taktik uzmanı. Mutlaka defans ve orta göbekteki sıkıntıyı giderecek önlemler alacaktır. Rakipleri Bayern, Bremen, Hamburg ve Wolfsburg gibi takımlar da lige sıkıntılarla girdiler. Eğer kısa zamanda takımı toparlayabilirse çok birşey kaybetmiş sayılmazlar. Ancak kurt hoca bu problemleri gideremezse yıllardan beri ilk kez ciddi anlamda yatırım yaptıkları sezonda düş kırıklığına uğrayabilirler.

Not: Yazıyı bitirdikten dakikalar sonra başlayan maçta Freiburg'u deplasmanda 2-1 yendiler. Goller Rakitic ve Huntelaar'dan geldi. Magath tünelin ucunda ışığı gördü mü acaba?

20 Eylül 2010 Pazartesi

Birkaç (bin) kendini bilmez!

Gaziantepspor başkanı İbrahim Kızıl tatil edilen Antep-Bursa maçının ardından NTVSpor'da konuşuyor. Olayın heyecanı ile sağlıklı düşünememesini anlarım da, bünyem "ee ne var bunda, ben baktım hakemin kafası kırılmamış, bilinci yerinde, maçı yönetebilir" cümlelerini kabul edemez. Tamam feveran et, eskilerden örnek ver, muhtemelen alacağın hükmen mağlubiyetin ve 2-3 maç saha kapamanın acısını yaşa ama mantığı da bunun üstüne kurma. Mazeret yaratmaya çalışma. Yani maçın tatil edilmesi için illa adamın bir uzvunun kullanılamaz hale mi gelmesi lazım? Tersinden düşün...Bursa deplasmanında senin teknik direktörüne ya da yöneticine ya da senin kafana birşeyler fırlatılsa ve bundan zarar görsen o maçın tatil edilmesini ister miydin, istemez miydin? İmam-cemaat ilişkisine uygun olarak Tolunay Kafkas da tatil kararının gereksizliğinden bahsetmiş.Bunu da atlamayalım...

Tribünlerdeki bu vahşilere yıllardan beri "birkaç kendini bilmez" sıfatını yapıştıra yapıştıra bu olaylara kılıf aramaya çalıştılar. Türk futbol tarihinin utanç tablosu olan o Ali Sami Yen'deki Galatasaray-Fenerbahçe maçıdır bu adamların eline koz veren. O maç devam etmişse bunda ne var ki, bu maç niye oynanmıyor dedirten en önemli etkendir o maç...O birkaç kendini bilmeze ömür boyu stadlardan men cezaları veremediğimiz, ciddi bir yaptırım uygulamadığımız için şimdi onlar "birkaç bin kendini bilmez" oldular. Bu kafaları değiştirmezsek de "birkaç milyon kendini bilmez" olacaklardır yakın zamanda.

Arsene Wenger'in değişmeyen yazgısı

Sakatlılardan en çok çeken teknik adamlar sıralaması yapsak sanırım Arsene Wenger mutlaka ilk 3'te yer alır. Arsenal adına bu sezonun güncel sakatlık tablosunu (Fabregas hariç) resmi sitelerinden alıp yukarıya iliştirdim. Yine klasik olarak en formda oyuncularını sırayla sakatlıklara kurban verdiler bu sene. Önce sezona süper bir başlangıç yapan Theo Walcott'u milli takımda ve en formda olduğu zamanda kaybettiler. Ardından Robin Van Persie de ayak bileğinden sakatlandı ve her iki oyuncu da Ekim sonuna kadar yoklar. Hatırlarsınız Van Persie geçen sezonunun da büyük bir bölümünü kaçırmıştı. 2004-2005 sezonunda geldiği Arsenal'de sezon ortalaması 20-25 arasında değişiyor. Belki birçok lig için kötü bir ortalama sayılmaz ama söz konusu olan Arsenal gibi "top class" bir takım olduğunda bu rakam oldukça düşük kalıyor. Yine bu sezon Nicklas Bendtner'den şu ana kadar hiç yararlanamadılar. Arsene Wenger şu sıralar Manuel Chamakh'ı Emirates'e getirdiği için bolca dua ediyordur sanırım.

Son olarak bu haftasonu oynanan Sunderland maçında da Fabregas'ı kenara gönderdiler. İşin kötü tarafı şu an için açıklanmış bir dönüş tarihi yok bildiğim kadarı ile. Defansın önemli ismi Vermaelen aşil tendonundan ve Diaby de ayak bileğinden sakatlar. Haftaya dönmeleri bekleniyor.

Geçen sene ayağı kırılan ve hala dönemeyen Aaron Ramsey, şu an sağlıklı olsa da yıllardan beri dizindeki müzmin sakatlığından çok çekmiş olan Rosicky'yi saymıyorum bile.

Belki de gelecek sezon Arsene Wenger'in kadroyu, devamlılığı daha fazla olan bir kaç isimle takviye etmesi gerektiği sezondur. Her sezon Van Persie ve Rosicky gibi isimlere güvenerek çıktığı yolda sezon içinde yalnız kalıyor. Yoksa geniş kadrosu, imkanları ve yükselen grafiği ile Manchester City'nin de arkasına düşecekler.


Not: Bu sezon uzun süreli sakatlıklar çok sık yaşanmaya başladı. Antonio Valencia ve Bobby Zamora'nın ayaklarının kırılmasının üstüne bu hafta da Ujfalusi'nin bence hapse girmesine neden olacak kadar acımasız bir hareketiyle Messi 3 haftalığına olmayacak. Belki de Guardiola'ya hak vermeliyiz. Hakemler artık sadece Ronaldo'yu değil diğer yıldızları da korumalılar!

Orta sahalar belirledi...


İki takımın kadrosu da ince ayarlar verilerek kurulmuş, tahmin ettiğim gibi iki teknik adamın da sağlam kafa patlatarak çıkardığı kadrolardı. İlk baktığımda gördüğüm Beşiktaş'ta Aurelio'nun varlığı ile maçın orta sahada sıkışabileceği ve Fener'in Beşiktaş'ı sağ tarafından vurmayı hedeflediği idi. Schuster'in de burda yaptığı Nihat tercihine, Aykut Kocaman da kadroları görünce sevinmiştir sanırım. O bölgede gerek taktik disiplin açısından gerekse de şu anki durumu açısından en son oynayanacak isim Nihat. Holosko, Tabata, Hilbert ve hatta orda kullanılması halinde Ekrem bile onun önünde. Nihat mevzuuna geleceğim yine. Hatta ayrı bir yazı konusu bile yapabilirim.

Maça iyi başlayan taraf Beşiktaş'tı. Pas yaptı, kaleye gitti, öne oynadı ve aynı zamanda kontrollüydü de. Tempoyu yavaş yavaş yükseltti. Ta ki Hakan'ın klasikleşmiş bir yan top hatasından yediği gole kadar. Bu gole kadar Fenerbahçe organize olamayan ve hücum yapamayan taraftı. Bu andan sonra maçın senaryosu değişti birden. Fener özgüven kazandı, Beşiktaş'ın bilindik zaaflarından yararlanmaya başladı. Dia ile soldan geldi ve Niang'ı iki stoperin arkasına sarkıtarak önemli pozisyonlar buldu. Bu dakikalarda bulacağı gol ile maçı koparma ihtimalleri çoktu ama yapamadılar.

Bu esnada Beşiktaş ne yaptı? Çok ilginç bir şekilde Fenerbahçe'nin 3. bölgede top yapmasına izin verdi. Bu aslında Aurelio/Ernst ikilisini görünce benim beklediğim birşeydi. Ama neredeyse bu 20 dakikalık süreçte ilk toplara hiç basılmaması zaten uyumsuz olan iki stoperin dengelerini iyice bozdu. Göbeğe atılan her top pozisyon oldu Fenerbahçe adına bu dakikalarda. İşte Ernst faktörü burada önemli. Bence Schuster burada tercih hatası yaptı. Ernst'i önde kullanması, Aurelio'nun fizik gücünün zayıf olması bu bölgede çok boş alan bırakmasına sebep oldu Beşiktaş'ın. Ernst pres gücü yüksek oyunu ile geride oynadığı zaman ilk toplara basıyor ya da rakibi döndürmüyor. Aurelio ise stoperlerin arasında kayboluyor maç boyunca ve rakiple o temaslara Ernst kadar giremiyor. Burada bir hamle yapabilirdi Schuster belki ama Ekrem ve Hakan ile yaptığı iki zorunlu değişiklik onun da elini kolunu bağladı.

İkinci yarıya Aykut Kocaman Emre/Özer değikliği ile başladı. Zorunda kalmasaydı Emre'yi çıkarmazdı sanırım. Özer, Emre kadar dolduramadı bu bölgeyi ve Guti daha rahat oynama fırsatı buldu. Bence maçı çözen olay da bu idi. Guti'nin de bu yarıdaki performansı, bir oyuncunun bir takımı ne kadar ileriye taşıyabileceğini gösterdi. Aslında Alex tartışmalarının merkezinde de Fenerlilerin Alex'ten beklediği performansın işte bu Guti performansı olması yatıyor. Geriye gelmesi, top alması, oyunu kurması ve sorumluluk alması...Guti bunların hepsini yaptı bugün. Gol de onun verdiği pas ile Bobo'nun yaptırdığı penaltıdan geldi zaten. Onun performansı Quaresma'nın da oyuna daha çok girmesine sebep oldu ayrıca. Hem oynayan hem de oynatan adamdı.

Birkaç kısa not vererek bitireyim.
  • 80'de Dia'nın kaçırdığı pozisyon Fener adına maçı bitirebilirdi eğer gol olsaydı. Dia fundementali vasat olan dengesiz bir oyuncu. Hızlı ama çok savruk ve topla arası kötü. İzlediğim maçlarda 3-4 kere saçma denilebilecek hareketlerle çok basit vuruşları yapamadı. Stoch'u muhtemelen kondisyonu ve oyun içindeki istikrarsızlığı yüzünden tercih etmedi ama niye sonradan hiç kullanmadığını da anlayamadım Aykut Kocaman'ın.
  • Volkan'ın penaltısı çok anlamsızdı. Çıkmasına hiç gerek yoktu. Ya da madem çıktın yere yatma, ayakta kal, açıyı daralt ve adamı da köşeye gönder. 
  • Hakan da yediği golde inanılmaz bir yan top hatası yaptı. Göremediği bir topa çıktı ve ıskaladı dolayısı ile. Oysa iyi bir çizgi kalecisi bence. Kalsa yerinde, sırtı dönük adama çıkmasa hiç bir problem çıkmaz.
  • Hakan ve Volkan'ın aksine son derece istikrarlı ve özgüveni yüksek bir kaleci parladı bu sene.  Cenk kaleye geçtiğinde evdeki Beşiktaşlılardan aldığım reaksiyon "tamam abi Cenk varsa en azından geride rahatlarız" şeklinde idi. Biraz daha maç tecrübesi kazandıkça önünde oynayan Toraman/Zapo/Ferrari de aynısını düşünecektir.
  • Cüneyt Çakır bir ara kontrolü kaybetse de kötü maç yönetmedi. Belli bölümlerde takdir haklarını Beşiktaş'tan yana kullandı ama genelde iyiydi.
  • Belki erken ama ara transferde Beşiktaş'ın acil sağ bek bulması lazım.
  • Belki geç ama Beşiktaş'ın Nihat problemini çözmesi lazım. Aldığı ve takıma verdikleri arasında uçurum var. Daha ilk yarıda yine her zaman yaptığını yaptı ve oyuna küstü. İnanılır gibi değil...

19 Eylül 2010 Pazar

Orta sahalar belirler...


Favorisi olan bir derbi izleyeceğiz bugün. Beşiktaş'ın sezon başından beri arkasına aldığı rüzgar, Saracoğlu'nda bu sene Fenerbahçe'nin önünden oldukça sert bir biçimde esiyor. Hal böyle olunca Beşiktaş'ın kazanmasını bekleyenler daha fazla kamuoyunda. Ben onlardan biri değilim açık söylemek gerekirse. Bu düşüncemi somut nedenlere dayandıramıyorum. Tamamen içsel birşey...Fazla ayrıntıya girmeden maç öncesinde fikirlerimi paylaşmak istiyorum.
  • Mevcut psikoloji: Sezon başındaki tüm eleştirilere rağmen 3 büyükler 5. haftada nerdeyse dengeli bir duruma geldiler. Galatasaray dün kazanınca 9 yaptı. Bugün derbiden beraberlik çıkması halinde 10-9-7 olacaklar ve o kadar yaygaraya ne gerek varmış denilecek. Dolayısı ile bugün bu tabloda yenilmemeye ihtiyacı olan takım Fenerbahçe. Bu psikolojinin Fenerbahçe'nin biraz daha dikkatli olacağına ve kontrollü bir oyunu tercih edeceğine yol açacağını sanıyorum. 
  • Orta sahalar: Beşiktaş sezon başından beri oynamaya çalıştığı futbol felsefesinden ödün vermedi bugüne kadar. Hatta Schuster hafta içi CSKA maçında olduğu gibi nispeten kolay takımlarla oynadığı maçlarda sonuca çabuk gitmek adına, orta göbekte iki hücumcuyu kullanıyor ama bugün bu ikiliden birini Necip ya da Aurelio olarak yapması kuvvetle muhtemel. Dün Lig TV'de Süper Gol programında bazı istatistikler verildi. Bunlardan bana göre en göze çarpanı ve bu maçın kilit noktası olacak nokta  Emre/Christian ikilisi ile Ernst/Guti&Necip ikilisinin maç içinde aktif oldukları alanlardı. Emre/Christian daha göbekte ve geride konuşlanmışken, Beşiktaş'ta Ernst'in yanında oynayan adamın daha önde oynamaya çalıştığı gözüküyor analizlerde. Bu da bu bölgeyi verimli kullanabilen takımın maçı koparabileceği fikrini veriyor bana. Burada Schuster'in Aurelio/Necip tercihi de çok önemli. Aurelio'yu tercih etmesi halinde bu bölgede oyun sıkışabilir Brezilyalının fizik olarak hazır olmaması yüzünden. Ben şahsen tercihini Necip'ten yana kullanmasını bekliyorum. Böylece onun hücuma ani çıkışlarını ve Guti ile pas trafiğini düzenlemesini, ona yardımcı olmasını orta sahada avantaj olarak değerlendirebilir. 
  • Kanat hücumları: Kağıt üstünde iki takımın da en güçlü olduğu yanları olarak gözüküyor. Bu yüzden teknik direktörlerin bu bölgelere önlem almış olma olasılıkları fazla. Aykut Kocaman, Quaresma için ve Schuster de Stoch-Niang için mutlaka birşeyler düşünmüştür. Burada maçı çözebilecek hamleler ise hocaların maç içinde yapacağı değişikliklerdir. Bu anlamda ben Querasma'nın solda başlayacağını ama maç içinde sık sık Santos'un kanadına geçeceğini düşünüyorum. Sağ kanatta ise takımın istikrarı tutturamamış olması şu an Schuster için en büyük sorun. Bugün o bölgede hücum olarak istediklerini vermese de fizik olarak iyi durumda olan ve defansif görevlerini yapmaya çalışan Hilbert'i kullanacağını ya da kullanması gerektiğini düşünüyorum. Stoch ve Santos'a boş alan bırakmamak adına daha doğru bir tercih olur bana göre. Zaten Holosko kadroda yok ve Nihat'ın durumu da belli. Fazla seçeneği yok Schuster'in...
  • Defans kurgusu: Beşiktaş'ın sezon başından beri dar bir alanda oynamaya çalışması yüzünden stoperlerin önde ve çizgide yakalanması hastalığının da bu maçta belirleyeceği olabileceğini sanıyorum. Toraman'ın olması bu açıdan avantaj. Ancak Zapo ile mutlaka maç içinde kalmalılar. En ufak bir dikkatsizlikte özellikle Niang bunları değerlendirecektir. Hafta içi haberlerinden bağımsız Aykut Kocaman'ın sağ tarafta Kazım'ı oynatacağını ya da en azından maçın belli bir bölümünde kullanacağını düşünüyordum ama şu anda ilk 18'de göremedim onu. Eğer mental anlamda hazır ise değerlendirilebilirdi Kazım. Sürpriz olarak da, Beşiktaş'ın bu zaafını değerlendirmek adına Niang'ı kanada çekip Semih ile önde daha fazla top tutmaya çalışabilir Kocaman.
Sonuç: Yukarıdaki maddelere bakınca sanki benim penceremden de Beşiktaş favoriymiş gözükebilir. Realist olmak gerekirse, iyi konsantre olmaları durumunda kağıt üstünde favoriler de. Ancak dediğim gibi içimden bir ses öyle demiyor. Bunda da sanırım Fenerbahçe'nin bu maça ihtiyacının daha fazla olması önemli rol oynuyor.

Mourinho'nun sınavı


Maç sonuna doğru yayıncı televizyon Mourinho'dan kesitler sundu ekrana. Onun vücut diline bakarak takımı hala bir Mourinho takımı haline getiremediğini anlayabiliriz kolaylıkla. Bitime doğru kanattan verilen bir pozisyonda ise nerdeyse delirmenin eşiğine geldi. Maç sonlarında verdiği görüntülerden takımın mevcut durumundan hiç memnun olmadığı apaçık belli.

Bu ana kadar kendi takımlarını yaratan Portekizli şimdi Real felsefesine uygun ama kendi felsefesinden de minimum ödün verecek bir sistemin arayışı içinde. Dünyanın tatmin edilmesi en zor taraftarının önünde her hafta ayrı bir sınav veriyor neredeyse. Onun belki de kariyeri boyunca en zor sınavı bu olacak ama birşeyi kesinlikle biliyoruz ki o asla pes etmez.

Her ne kadar kendi isteği ile alınmış olsa da Khedira ve Alonso'lu orta saha tipik bir Mourinho orta sahası değil. Real'i sadece 2 kere seyrettim bu sene ancak bu iki maçta onun felsefesine ters bir biçimde rakibe çok fazla alan bırakan bir takım ile karşılaştım. Daha önce Essien'li, Makalele'li, Cambiasso ve Zanetti'li bir takım yok artık elinde. Real'deki ömrü uzun olması halinde yeni sezonda en çok parayı bu bölgeye harcayacağını kestirmek zor değil. Önde ise bu sefer Etoo ve Milito gibi esnek oyun anlayışına sahip hücum opsiyonları da yok. Etoo'dan zaman zaman sağ açık ya da orta saha yapıp defansif görevleri yükleyebiliyordu ona ama şu anda aynısını uygulayabileceği oyuncular yok elinde. Higuain ve Benzema anti-Mourinho felsefesinde iki adam ve topu ayağında ya da önünde isterler sürekli. Bir de Ronaldo olunca onun aslında Mesut gibi yıldızı yeni parlayan birisini neden tercih ettiği anlaşılabilir. Geçen hafta Mesut'u neden tercih ettiği hakkında onun oynadığı oyunun basitliğini gerekçe göstermişti. Elinde bu kadar top aşığı adam varken ortadaki kurguyu kendi mantığına göre basit oynayan adamlarla yapması anlaşılır. Ama ben bu takımda Alonso'nun ömrünün uzun olmayacağını ya da en azından bu bölgeye Lassana Diarra'yı ilerleyen zamanlarda monte edeceğini düşünüyorum Portekizli'nin. Kaka'nın da şu anda sakat olması da belki onun işlerini bir anlamda kolaylaştırdı.

Şu ana kadar az gol atan ama sonuca giden bir takım var ortada. Ama rakibin oynamasına da çok izin veren bir takım...Zaman geçtikçe Mourinho ipleri daha çok eline alabilmek için bazı hamleler yapacaktır.

Rasic Trabzon'da!


Geçtiğimiz senelere göre kısır geçen bu transfer sezonunda M.P. Trabzon'dan güzel bir hamle geldi bugün. Dünya Şampiyona'sında Sırbistan'ın 2 numarası olarak izlediğimiz Aleksander Rasic ile 1 yıllık anlaşmışlar. Son 2 maçta Ivkovic'ten zaman zaman şamarı yese de turnuvanın genelinde iyi performans sergilemişti Rasic. Evren Büker'in takımı aniden terketmesi lige yeni bir yıldız kazandırmış oldu. Evren'in de hem Galatasaray'dan hem de daha sezonu açmadan Trabzon'dan aynı nedenden kaçması onun adına düşündürücü. Yıldızının parladığı bir sezonun ardından kariyerini küçük hesaplar uğruna çöpe atmaz umarım.

Bucaspor:0 - GS:1


Stadlar bu sene hangimizin zemini daha kötü diye birbirileri ile yarışıyorlar adeta. Atatürk Stadı'ınınkine zemin bile denmez. Hakikaten içler acısı bir halde. Yani bu zeminleri iyi hale getirmek bu kadar mı zor? Dünyanın her yerinde, her iklimde gayet güzel zeminlere sahip stadlar var iken neden Türkiye'de her sene aynı konuyu konuşmak zorunda kalıyoruz bilmiyorum. Vurdumduymazlıktan başka birşey değil...

Galatasaray geçen hafta Antep maçındakina benzer bir oyun ortaya koydu. Geçen hafta sadece 45 dakika dayanabildiği Ali Turan/Elano ikilisine bu hafta dakika bile vermedi Rijkaard. Beke hızlı Mendy'nin önüne Serkan'ı koyarak, onun önüne de "yeni Keita" Pino'yu koyarak sağ kanadı işler hale getirmiş. Ama ilginç bir şekilde sol kanatta aynı canlılığı son iki maçta göremedik. Üstelik hücumcu bir bek olan Insua'nın katılmasına rağmen. İlk yarıda Kewell'in birebir zorlamaları dışında rakip kaleye gidemedi Galatasaray. Bunda tipik Bülent Uygun felsefesi olan "rakibe boş alan bırakma" yı her hafta daha da iyi uygulayan Buca'nın da etkisi büyüktü. Nerdeyse maçın tamamında rakibe oynayacak boş alan bırakmadılar.

Rijkaard orta saha kurgusunu henüz istediği seviyeye çekemedi. Misimovic henüz daha o pas bağlantısının merkezi durumuna gelmedi. İki maç ile de gelmesi beklenemezdi zaten. Oyun içinde çok kayboluyor. Bunda arkasında oynayan Sarp/Ayhan ikisilinin öne doğru oynamadaki isteksizliklerinin etkisi de çok büyük. Wolfsburg'da iken top alışverişini iyi yapabilen Josue zaman zaman Gendtner ile oldukça iyi anlaşıyordu. Önünde de iki yetenekli ve hızlı forvet (Dzeko ve Grafite) varken topu öldürücü noktalara hızlı ve etkili bir biçimde atabiliyordu. Şu iki haftada benim gördüğüm top aldığında bu alışverişi yapabilecek kimse bulamıyor yanında ve fizik gücü de yerinde olmadığı için çoğu zaman top kaybediyor. Belki bazı maçlarda, 90 dakika olmasa da maçın belli bölümlerinde Elano'nun arka ikiliden birinin yerine kullanılması ile onun da verimliliği arttırılabilir. Arda'nın dönüşü de elbette onun işine de yarayacaktır.

Bucaspor ise ilk haftalara göre daha iyi duruma gelmiş. Bülent Uygun'un kafasındaki oyun planı savunma kısmı için tamam gibi ama rakip kaleye gitmekte çok zorlanıyorlar. Manucho, Mehmet Yıldız gibi önde çok top tutabilen bir oyuncu olarak gözükmedi bana. Yetenek açısından kısır olan Dağaşan/Ragıp ikilisi de fazla çıkamıyorlar öne. Dolayısı ile bütün hücum planları Manucho'nun topu tutup kanatlardan Mendy ve Dahmane/Erkan ikilisinin destekleri ile yaratacakları pozisyonlar üstüne kurulu. Zamanla daha iyi olabileceklerinin sinyallerini verdiler. Bu takım o zamanki Sivas'a göre daha yaratıcı ve yetenekli ama sertlik olarak o seviyede değiller. O sertliği biraz kazanırlar ise ilk 8'i zorlayabilecek yenmesi zor bir takım haline gelebilirler.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Yaralı hayvan = Yaralı aslan


Problem: Schuster'in CSKA maçı sonrası Star'a verdiği röportajda, canlı yayında Fenerbahçe maçında dikkatli olmaları gerektiğini Fenerbahçe'yi "yaralı hayvan" a benzeterek yapması...Yönetimin de açıklamaları neden kulüp tercümanı kullanarak yapmadığı konusunda Alman hocanın kulağını çekmesi...

Tespit: Magazine inanılmaz düşkün bir medya var bizde. Özellikle mevzu spor olunca bu tarz açıklamalar ve dil sürçmeleri sakız gibi uzatılarak üzerlerinde saatlerce konuşulan polemik konuları haline getiriliyor. Schuster'in de aslında ne demek istediğini herkes gayet iyi anlamıştır. Ben zannetmiyorum ki o canlı yayını dinleyen Fenerbahçelilerin çok rahatsız olup neler diyor bu adam dediğini. Eğer tercüman olsaydı "hayvan" kelimesi muhtemelen "aslan" kelimesi ile yer değiştirecekti. Sözün özü aynı kalacaktı...

Sonuç: Bu tarz olayları büyütmeye gerek yok. Eğer bir kulak çekme olayı gerçekten yaşanmışsa gereksiz olmuş. Schuster kendi dilinde açıklama yapmak istiyorsa yapar. Tercümanı oraya sansür yapsın diye koymuyorsunuz, adamın dediklerini izleyenlere aktarsın diye koyuyorsunuz.

Şenol Güneş'in ikilemleri

Trabzonspor'un maçlarında bu sezon bu tarz beklenmedik skorları görmeye alışmamız lazım. Geçen haftaki yüksek tempolu  maçın ve 6 gollü galibiyetin ardından Manisa maçına da aynı kadro ve kurgu ile çıktı Şenol Güneş. Peki fark neydi?

Manisalı oyuncular hafta içinde Hakan Kutlu/Hikmet Karaman değişikliğinin ardından o tek maçlık itici güç ve ekstra motivasyon ile sahada idiler. Bunu ilk golü yemelerine rağmen dağılmayıp aynı disiplin ile mücadele etmelerinden anlayabiliriz. Oysa ligin başından beri görüntü olarak ligdeki en kırılgan takım idiler belki. Hikmet Karaman'ın başına geldiği takımlar bir kaç hafta bu artı performansları verirler. Manisaspor'un kadrosu kaliteli bir kadro ve bu post-motivasyon döneminde de belli bir performansın üstünde olacaklardır. Karaman da gelir gelmez ilk 11'den 6 oyuncuyu değiştirerek kadroya ani bir şok verdi ve bundan da maksimum fayda sağladı maç içinde. Makakula'nın takıma katılması da ciddi bir dönüm noktası oldu Manisa için. Ayrıca onun varlığı bundan böyle onun hemen arkasında oynayacak olan Isaac ve Simpson ikilisine de yaramış gözüküyor. Her iki oyuncu da bu hafta oynayabilecekleri daha çok alan buldular, her ne kadar bunda Trabzon'un katkısı çok olsa da. Özetle Manisa bundan sonra o ilk 4 haftadaki kırılgan görüntüsünü bir daha tekrar etmeyecektir ve ilk 10 içinde kendine yer bulacaktır şahsi fikrime göre.

Trabzon'un sezon başı itibari ile oynadığı futbol herkesi heyecanlandıran ve zevk veren bir oyun idi. Dün akşam da maça Yattara-Jaja-Umut-Teofilo ile başladı Şenol Hoca. Öndeki oyuncularının tamamına yakını ayağa pas yapan, yaratıcı ve hücumcu oyuncular. Bunun avantajını da özellikle iç sahada kullanmak istiyor hoca ve haklı da. Ancak bu tarz bir kadro yapısı ile başarılı olmak için her maçı aynı ölçüde ciddiye alıp topa sahip olmaları gerekir. Oyunun kontrolünü karşı tarafa bıraktıkları anda özellikle Jaja-Yattara-Teofilo üçlüsü oyundan çabuk düşerler. Dün akşam olduğu gibi...Her maçı da yüksek tempoda oynamak kolay bir iş değil. O yüzden maç sonrası Şenol Hoca'nın da kabul ettiği gibi "galip takım bozulmaz" mantığının her zaman doğru olmadığını görmüş olduk bu maçta.

Şenol Güneş'in bu sezon çözmesi gereken bir diğer bulmaca Teofilo'nun varlığı olacaktır. Şu ana kadar yüksek gol yüzdesi ile oynadığı için ceza sahası dışındaki performansı çok gündeme gelmedi. Aynen Jardel'de olduğu gibi Teofilo'da takım savunmasına ve hatta hücum kurgularına çok katkı yapabilen bir isim değil. Hani gerektiği durumlarda onu oyun içinde başka bir rol ile kullanamazsınız. Bu golleri atamadığı zaman ya da takım bu bahsettiğim yüksek tempoyu yapamadığı, kontrolü ele geçiremediği zaman Teofilo saha içinde bir hayalet oluyor adeta. Ben bu kadroda sürekli yer bulabileceğini sanmıyorum. Hoca ilerideki maçlarda muhtemelen Umut tercihini yapıp arkaya Alanzinho ya da Engin/Burak ikilisinden birini koyacaktır.

Trabzonspor'un oynadığı futbolu herkes sevecektir. Ancak bu devamlılığı ve oyun yapısını devam ettirebilmeleri için mutlak suretle Şenol Güneş'in iyi bir rotasyon sistemini devreye sokması lazım.

Not: Hikmet Karaman'ın maç sonunda Lig Tv canlı yayınında verdiği görüntü hoş olmadı. Kendine göre haklıdır belki ama daha göreve geldiği ilk hafta ne gerek var sağa sola mesaj gönderip böyle açıklamalar yapmaya. Kümede bırakan değil şampiyon yapan isim olmak istediğini söylüyor ama bu görüntü ve imaj ile zor be hocam!

17 Eylül 2010 Cuma

Başrolde zemin vardı!


Maç sonu röpartajında Guti'ye zemin hakkında ne düşündüğü sorulduğunda Çarşamba akşamı Barnebau'nun zemininin de iyi durumda olmadığını ve buna şaşırdığını söyleyip, her ne kadar İnönü'deki zemin de oldukça kötü durumda olsa da bunun farkında olup ona göre oynamaları gerektiğini vurguladı. Oldukça alçakgönüllü olduğunu söylemek lazım İspanyol oyuncunun. Hele 90 dakika bu zeminin kahrını çekip onun üstüne zemine karşı bu kadar nazik olabilmek beceri ister gerçekten.

Uğur Meleke de maç sonrası CNN Türk de güzel bir tespit yaptı yine. Son birkaç aydan beri burada yapılan etkinlikleri söylediğinde zeminin neden bu halde olduğunu anlamıştır herkes. Kaba bir tahminle 100000 kişi basmış bu zemine, normal şartlar altında haftada 44 ayağın basması gerekirken. En son 2004'te yenilenmiş zemin. Şimdi Antalya maçı öncesinde iyi hale geleceğini söyledi stad müdürü Orhan Saka ama dünkü haline bakınca buna inanmak güç gerçekten.

Gelelim saha içine...Schuster daha önce Helsinki maçında olduğu üzere defans önünde tek adam (Ernst) kullandı. Guti zaman zaman oyun kurmak için bu bölgeye gelse de özellikle karşı ataklarda Ernst tek başına kaldı. Anlaşıldı ki Schuster nispeten kolay maçlarda bu sistemi deneyecek. Necip'i kullandığı zamanlarda da gerçi onu çakılı oynatmayıp önde kullanıyor ama yine de pres ve savunma gücü daha fazla oluyor orta sahada takımın. Beni şaşırtan ise-belki zemin yüzünden bilemiyorum-ilk yarım saat oyun kurmak adına nerdeyse hiç bir hamle yapmadı takım. Zapo ve Ferrari kafayı kaldırır kaldırmaz Nobre'ye şişirdi topları. Hal böyle olunca pozisyon üretmekte sıkıntı çektiler doğal olarak. İlk yarının sonlarına doğru Guti yavaş yavaş oyunun içine girmeye başladı ve kaleye daha kolay gitti Beşiktaş.

İkinci yarıda da Schuster'in istediği gibi takım daha çok ileri çıktı ve bu da rakip kaledeki baskıyı arttırdı. Bunda Toraman'ın oyuna girmesi de biraz etkili oldu doğrusu. Onun varlığı Ernst'i ve dolayısı ile bütün takımı daha önde oynamaya heveslendirdi.  Quaresma'nın girmesi de takımın tempo yapmasına ve ileri gitmesine sebep oldu. Beşiktaş skor elde edemese de oyunu o dakikalarda çözmüştü aslında. Sadece golü bulamadılar ve maç sonundaki bir duran topu beklemek zorunda kaldılar. Schuster adına maç içindeki şık hamlelerden birisi, ilk yarıda Ferrari'nin sakatlandığı anın hemen ardından bir pozisyonda Sheridan'a birebirde açık ara geçilmesinin ardından Ernst'i hemen o bölgeye gönderip Toraman'ın ısınma sürecinde defansı sağlama alması oldu. Diğeri ise Bobo ve Q7'nin girmesinin aslında Guti'nin önüne Nobre'yi gönderek ordaki pas alışverişini sağladı.

Yolunda gitmeyen neler vardı peki? Maçın genelinde Ekrem-Hilbert sağ kanadı iyi kullanamadı. Hilbert her ne kadar fizik olarak iyi durumda olsa da öne kateden bir oyuncu değil. Bu da çoğu zaman ikisinin koordinasyonsuz bir şekilde hücum yapmalarına sebep oldu. Sanırım Schuster'in rotasyonunun en büyük kurbanı da bu kanatta oynayanlar olacaktır. Şu an aradığını bulamadığı tek yer bu bölge kaldı sanırım.

6 maçlık bir turnuvaya galibiyet ile başlamak güzel. Bu grupta Porto ile oynayacağı maçlar Beşiktaş'ın ciddi anlamda vereceği en büyük sınavlar olacak. O maçların ardından bireysel ve takım performansı açısından daha iyi ipuçları alacağız elbette...

16 Eylül 2010 Perşembe

Schuster'in şaşırtan tercihi

CSKA Sofya kadrosu açıklandığında şaşırmadım desem yalan olur. Schuster’in bu sene kadroda sıklıkla değişime gitmesi, özellikle sezon başı için anlaşılabilir. Takımda taşların yerine oturması için belli bir süre gerekli ve bu süre zarfında da iskelet kadroda kimler olacak, hangi bölgede rotasyona başvurulacak ve yedeklerden kimlere ne kadar süreler verilecek gibi soruların cevaplarının aranması da oldukça doğal.

Beşiktaş bu sezonu herkesten daha önce açtığı için bu soruların cevapları da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Schuster’in esas adamlarından birisi Toraman, bu kesin. Geçen sene Denizli’nin sık sık sağ kanatta da değerlendirdiği oyuncu için Schuster’in kafasındaki tek bölge stoper. Sağ bekteki arayışları Erhan’ın vasata bile ulaşamayan performansı yüzünden Ekrem ile son bulmuş gibi gözüküyor. Ortada Ernst, Guti, Q7 de sağlıklı oldukları sürece sahada olacaklar. Nobre’nin beklenmeye çıkışı da bu bölgede Schuster’i oldukça rahatlattı. Çok da içine sinmeyen Fatih Tekke transferi bu yüzden şimdi onun aklını çok meşgul etmeyecektir. Bu hafta içinde yaptığı açıklamada da Cenk’in 1.kalecisi olduğunu duyurdu. Özetlemek gerekirse Cenk-Ekrem, Toraman-Ernst,Guti,Q7-Bobo şu an için iskelet kadro olarak nitelendirilebilir.

Kadro evrimini kısaca açıkladığım bu parantezi kapattıktan sonra gelelim beni şaşırtan mevzuya. Daha doğrusu eleştireceğim mevzuya...Schuster’in 18 kişilik kadroya Cenk ile İsmail’i almamasına itirazım var. Daha haftaiçi Cenk’e güvenoyu vermişken şimdi dışarıda bırakılması çok mantıklı değil. Ayriyeten bu yaştaki bir kaleci bu performans ile oynarken gece gündüz sahada olmayı hak ediyor. Bunun yanında arkasında bekleyen adamlar da bunu sorun etmeyecek tecrübeye sahipler. İsmail için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Zira geçen sezon beklentilerin altında bir görünümdeydi. Herkes onun yeteneği konusunda ikna olmuş olsa da istikrar ve futbol zekasının ne kadar gelişme göstereceği hakkında soru işaretleri var. Güntekin Onay'ın bir kaç programda altını çizdiği bir ayrıntı vardı. Alex Ferguson'un kardeşi Martin Ferguson, Manchester scout team'de ve geçen sene İnönü'de oynanan şampiyonlar ligi maçında öyle aman aman bir oyun oynamamasına rağmen İsmail'den ne kadar etkilendiğini dile getirmiş. Hani amaç o beğenmişse iş tamamdır demek değil ama özellikle İngiliz scoutların oyuncuların "işlenebilir yetenek" ve temel fundemental özelliklerine ne kadar dikkat ettiğini biliriz. Hal böyle olunca İsmail'in de ihtiyacı olan tek şeyin oynamak, oynamak ve oynamak olduğunu anlamak için alim olmaya gerek yok. İsmail de bu son iki milli maç ve Ankaragücü maçlarında oldukça iyi performanslar ortaya koymuş ve belli bir istikrar ve özgüven yakalamıştı. Bu yüzden bu maçta Schuster'in bırakın onu 18'e almamayı, İsmail'in ilk 11'de olmamasına bile itirazım olurdu. Ama ilginç bir biçimde kadroda göremedik kendisini. 

Schuster'in şu ana kadar Beşiktaş'ın başında göstermiş olduğu performans konusunda eleştirebileceğim birkaç noktadan en önemlisi bu...

15 Eylül 2010 Çarşamba

No more drama...




Dün akşam yine futbol sahalarının en yürek burkan manzaralarından biri yaşandı Old Trafford'da. Futbolcunun yüzündeki o şaşkınlık ve acı içindeki ifade görüntüye geldiği anda sakatlığın boyutunun ne kadar ciddi olduğu da anlaşılır genelde. Antonio Valencia da dün akşam maalesef bu illetle karşı karşıya kaldı ve ayak bileğinin kırılması sonucu sezonu kapattı. Doktorunun açıklamasına göre bu tarz sakatlıklarda kırıktan ziyade çapraz bağların kopması oyuncunun futbol hayatını tehlikeye sokan asıl etkenmiş.Ve maalesef Valencia'daki kırık da olabileceklerden en kötüsü belki de.

Geçen sezonun başında Ronaldo'nun ayrılması ile takıma katılmıştı Ekvadorlu oyuncu. Yeni bir Ronaldo olması beklenmese de en az onun kadar kuvvetli ve hızlı bir oyuncu olması, onun 2-3 sene içinde Manchester United akademisi ve Alex Ferguson disiplini ile yoğrularak mükemmel bir sistem oyuncusu haline gelmesine yardımcı olacaktı. Di'li geçmiş zamanla konuşmak istemiyorum gerçi..Henüz 24 yaşında ve bu sakatlıktan sağlam dönecek kadar azimli ve kuvvetli bir yapısı var.  Onun oynadığı herhangi bir maçı izlediğinizde kolaylıkla anlıyorsunuz bunu. Yazık olan ise 7 gol/11 asist ile geçirdiği nispeten iyi bir sezonun ardından bu sene onun için o aşamayı kaydetmesi adına çok önemliydi. Şimdi kayıp bir sene olacak onun için...

En kısa zamanda sağlığına kavuşup sahalara dönmesini dilemekten başka yapacak birşey yok. Her nerede ve hangi takımda olursa olsun oyuncuların başına gelen bu tarz sakatlıklar, oyun adına çok dramatik ve üzücü. Yeşil sahalarda bu tarz başka dram yaşamamaktır en büyük dileğim...

HANGİ DEĞİŞİM?




Yaz başından beri konuşulmakta olan mühim bir mesele var anlamakta zorlandığım. Fenerbahçe'de Aykut Kocaman'ın gelişiyle beraber başlamış olan değişim rüzgarlarından, bu sürecin sancılı geçeceğinden ve bu yüzden de Kocaman'a sabır gösterilmesi gerektiğinin altı çiziliyor. Elbette her başarısız sezonun ardından büyük camialarda değişim beklentisinin olması normaldir. Ki Fenerbahçe de ülkemizde taraftar profili ve yönetim anlayışı sebebiyle bu beklentilerin en yüksek olduğu camiadır. Galatasaray ve Beşiktaş bu konuda nispeten daha sabırlı ve tutucu camialardır. Evet beklenti normal ama spor medyası bu değişimin yaşandığına, kendisini ve kamuoyunu o kadar ikna etmiş gözüküyor ki hakikaten beni şaşırtıyor ve bu değişim nasıl bir değişimmiş acaba diye düşünmeye zorluyor. Şimdi madde madde bakalım neymiş bu değişim diye.

1- Aykut Kocaman'ın gelişinin temelleri geçen sezonun başında atılmıştı zaten. Daum'a ciddi anlamda hiçbir zaman tam anlamıyla güven duyulmadığı için onun gelişinin ardından Kocaman da büyük bir tantana ve merasimle sportif direktörlüğe getirilmişti. Sezon boyunca stepne olarak kenarda tutulan Kocaman sezon sonunda da başarısızlığın ardından sahaya indirildi. Zaten herkesin beklediği ve bildiği bu senaryoya rağmen bu değişim rüzgarlarından nasıl söz ediliyor anlamıyorum. Bu değişimden ve devrimden ziyade aynı zihniyetin devam ettiğinin en büyük göstergesi. Siz bir değişimden söz ediyor olsaydınız gerçekten Kocaman sahaya inmez, takım elbisesi ile orada oturur ve yöneticiler üstü bir anlayış ile Madrid'deki Valdano ya da Schalke’deki Hoeness olmaya çalışırdı. Asıl uğraşının bu olması lazımdı yani. Ama o da bence kolay yolu seçip sahaya inmeyi tercih etti. Oysa bu modelde sahaya inip inmeme tamamen Kocaman'ın kendi insiyatifindeydi ya da biz öyle sandık!

2- İşin teknik yanına gelirsek Fenerbahçe'nin Perreira döneminden beri oynadığı sıkıcı ve skora yönelik futbol anlayışından daha ofansif ve göze hitap eden bir anlayışa geçilen bir süreçten bahsediliyor. Ben bu kısma da inanamıyorum açıkçası. Çünkü bu tartışma da tamamen Stoch transferine ve Alex'in oynatılma/oynatılmama merkezine çekilmiş durumda. Eğer siz bir devrimden bahsediyorsanız arkasından yürüdüğünüz oyuncu Stoch olmamalı. Karizmatik, kendini ispatlamış ve en az 3-4 sene bu takıma hizmet ve liderlik edebilecek bir oyuncu ile bu yola girersiniz. Ben Stoch’da bu karizmayı ve kariyeri göremedim. Tutar, tutmaz o ayrı bir mesele tabi. Yıllar önce New York Knicks bunu Stephon Marbory transferi ile denemiş tutmamıştı. Yine Galatasaray bunu Hagi ile denedi ve tuttu. Alex mevzuuna gelirsek kimse Alex'in Fenerbahçe için önemini inkar edemez. Ama Alex'in tasfiye işlemlerinin bu kadar abartılmasına ve Aykut Kocaman'ın da buna çanak tutmasına benim itirazım var. Siz eğer bu futbol mentalitesi değişiminde bu kadar samimi iseniz sene başında yollarınızı ayırırsınız Alex ile. Sene içinde bu konunun ağızlara sakız olacağının herkes farkındadır sanırım. Ama bu da yapılmadı ve şimdi de değişim sancılarından bahsediliyor. Böyle bir sancı var ama bu değişimden bahsedenlerin kendisi asıl bu sancı.

3- Teknik olarak da geçen senelere kıyasladığınızda inanılmaz bir oyun mentalitesi farkı yok. Bu takımda hala düne kadar Bilica/Lugano stoper oynuyor ve orta ikilide bu yeni sisteme hiç uymayacak bir Cristian'da ısrar ediliyor. Yani bu yeni sistemde topun bir an önce oyunun asıl adamları olarak kabul edilen Stoch, Dia/Kazım(Topuz asla değil) ve Niang'a aktarılması gerekirken siz bunu sağlayacak adamları onların arkasına koymamışsanız. Dolayısı ile teknik anlamdaki değişim lafları gerçekten sadece lafta kalıyor. Zaten şu ana kadar oynanan oyun, Avrupa vitrininden de bir aylık bir süreçte kaybolunması bunların kanıtı.

Özetle, değişim lafı ağza bu kadar sakız edilecek kadar gayri ciddi bir laf değildir. Bir sene önceden hazırlanmış senaryoların bildik oyunlar ile hayata geçirilmesi değişimi değil yerinde saydığınızı gösterir. Haliyle de Fenerbahçe'deki değişim rüzgarları Alex ne zaman oynar, ne zaman oynayamaz kısır döngüsünden kurtulamaz.

12 Eylül 2010 Pazar

Saf, temiz, duru...


Tekrar başlamaya değecek, buna sebep olacak güzel şeyler yaşanır hayatta. Bıraktığınız yerden aynı heyecanı tekrar size yaşatacak kadar özel şeyler...Dün akşam Sinan Erdem'de yaşananlar da bana yeniden yazma iştahı verdi. Aslında sadece dün gecenin yarattığı bir etki değildi bu. Şu son iki haftadan beri basketbolda, hiç beklenmeyen bir hava ile yakalanan ve hiç beklenmeyen bir üslup ile yazılmakta olan bir tarih var belki de. Hani her yaz mevsimini, o yaz yaşadığımız en güzel aşk ile ve kulağımızda çınlayan o yazın şarkısı ile hatırlarız ya bu yazın aşkı da şarkısı da bu 12 güzel insan oldu hepimiz için...

Basketbolun coşkusu ve heyecanı bir başka yaşanıyor. Ülkemizde futbol ve basketbolün kültürleri o kadar farklı ki, kimi zaman futboldaki o kısır çekişmeleri basketbolün içinde görünce içim sızlardı. Basketbolün her nedense hep temiz, masum ve daha elit bir yanı olduğunu düşünmüşümdür Türkiye'de. Pek tabii ki başarı sayesinde şu anki teneffüs ettiğimiz havanın içinde huzur ve barışı daha derinden hissedebiliyoruz. Ama yakın zamana kadar futbolda yaşadığımız bütün başarılar bile "herkese ve herşeye rağmen" mantığı ile bizlere sunulduğu için o Dünya 3.lükleri'nde ve Avrupa yarı finali başarılarında bile buruk, ekşi bir tat kalırdı damağımda. Çoğu kişinin iddia ettiği gibi, pes etmeyen, teslim olmayan inatçı ekolümüzün içinde kaos ve kargaşadan sportif ve psikolojik anlamda zaman zaman beslendiğimiz olsa da aslında bu zaferleri meğerse iç çekişmeler, medya-sporcu gerginliği, "içimizdeki İrlandalılar" olmadan yaşayabilmek ne güzelmiş. Bu Dünya Şampiyona'sı bana spordan böylesine tat alabilmeyi bir kez daha gösterdi.

Bunu bize yaşatan asıl gerçeğin başarı olduğunu inkar etmeden oyuncuların maç sonrası verdiği görüntüler, saha içinde o takımdaşlık havasını her daim seyirciye yansıtmaları, kaprissiz ve egosuzca konuşmaları, basketbolü yönetenlerin yine aynı şekilde basketbolün o bilinen elit üslubu içindeki tavırları ve son olarak basketbol medyasının bu pozitif havaya katkısı aslında şu son iki haftadan beri yaşadığımız zaferlerin arkasındaki önemli etkenlerdi. Elbette bu başarı gelmese konuşulan şeyler Tanjevic'in Türk basketboluna hiçbirşey vermediği, takım içinde Hidayet'in kaprisleri, ya da ne bileyim Demirel yönetiminin basiretsizliği gibi şeyler olabilirdi. Ama doğru düzgün bir spor kültürümüz, sadece sahada değil kafalarda da bir ekolümüzün olmasını istiyorsak bir yerden başlamak gerekiyordu. Bu başlangıç noktası da işte ülkemizde düzenlenen ve şu ana kadar kusursuz giden bu organizasyon ile sağlandı.

Dün akşam son birkaç dakikayı annem ve babam ile birlikte televizyonun karşısında ayakta izledim. Spor birlik ve beraberliği sağlar derler ya üçümüzü ekran karşısında o heyecanla bağırırken görünce aynı anda gülmek ve ağlamak geldi içimden. Birkaç günlük de olsa bu havayı yaşayabilmek, hayata dair dertleri biraz unutup şu duyguları yaşamak insana yaşadığını hissettirdi. Güzelmiş, dertsiz, tasasız, kaprissiz, egosuz ve saf bir sevinci yaşamak...