6 Aralık 2010 Pazartesi

Eren Güngör'ün kabusu

Kayseri'den maç sonu herkesi üzen bir haber geldi bu akşam. Eren Güngör stoper kıtlığı çeken Türk futbolunun gelecek adına umut vaaeden en önemli oyuncularından biri idi. Milli Takım formasını da birkaç kere giymişliği vardı ta ki geçen sezon başında geçirdiği diz sakatlığına kadar. Eren bu akşam neredeyse 1.5 yıl sonra ilk kez forma giydi. Ancak maç içinde bu kez diğer dizinden sakatlandı ve gelen ilk haberler çapraz bağlarının koptuğu yönünde.

Bir sporcunun başına bundan daha kötü ne gelebilir bilemiyorum. Ağır bir sakatlığın ardından yine aynı derecede bir sakatlık daha. Herşey bir yana psikolojik olarak ayakta durmanın çok zor olduğu bir durum. Aylar süren rehabilitasyon dönemi ve sakatlığın verdiği o tedirginliğin üzerine yeni bir sayfa açmışken kariyerinde aynı kabusla yine karşı karşıya genç oyuncu. Ronaldo Inter forması ile yıllar önce aynı kabusu yaşamıştı herkes hatırlar. Brezilyalı gözyaşlarını çim sahaya akıtırken belki kendisi de farkında idi bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının.

Eren 88 doğumlu bir oyuncu. Geri dönebilecek kadar zamanı var önünde. Ancak bu esnada en önemlisi etrafında ona destek verecek birilerinin olması. Burada Kayserispor yöneticilerine çok iş düşüyor. Hem kendi kulüpleri adına hem de Türk futbolu adına...

Not: Sakatlığın ciddiyeti yarın belli olacak ancak ilk belirtiler bağ kopması olduğu yönünde. Umarım yarın iyi bir haber gelir ve bu yazı da çöpü boylar.

5 Aralık 2010 Pazar

Ferguson'un kumarı: Anders Rosenkrantz Lindegaard

Alex Ferguson artık kariyerinin sonuna gelmiş olan Van der Sar'ın alternatifini Danimarka'da bulmuş gözüküyor. Odense takımının kalecisi olan Anders Rosenkrantz Lindegaard ile 3.5 yıllık sözleşme imzaladı Sir. Anlaşma Ocak ayından itibaren geçerli olacak. Ferguson'un Lindegaard için düşündüğü kariyer planı nedir bilemiyorum ama Van der Sar gelecek sezon yüksek ihtimalle emekliliğini açıklayacak ve bu da Danimarkalı kaleci için Manchester'da yapacağı 3.5 yıllık sözleşmenin buçuğu olan önümüzdeki 6 aylık staj dönemininin onun kaderini çizeceğini gösteriyor.

İlginç olan ise Ferguson döneminin en istikrarlı ve uzun soluklu kalecisi olan efsane Peter Schmeichel'ın Lindegaard için Manchester'da sadece ikinci kaleci olabilir açıklaması yapması. Schmeichel haklı olabilir çünkü uluslararası piyasada adı duyulmadık bir kaleci. 84 doğumlu olmasına rağmen ilk kez bu sene Milli Takım forması giyebildi. Kariyerinde ise parlak diyebileceğimiz bir başarı yok ama Ferguson onu tercih ettiğine göre birşeyler görmüş olmalı. Hoş onca başarısına rağmen eğer zorlayıp Ferguson'un bir açığını bulmak isterseniz onun kaleci tercihleri ilk aday olabilir. Van der Sar ve Schmeichel dışındaki tercihlerinin neredeyse tamamı hayal kırıklığı idi. 90'lı yılların başında Mark Bosnich, post-Schmeichel döneminde 1. kaleci olarak alınan İtalyan Massimo Taibi (4-5 maç oynadıktan sonra gönderilmişti yanlış hatırlamıyorsam), ardından Fabian Barthez (ilk dönemleri fena olmasa da çok fazla basit hatalara dayanan goller yemişti), öze dönüş projesi Roy Carroll ve Amerika'dan ithal Tim Howard...Van der Sar küllerinden yeniden doğmasa Ferguson'un bu kaleci seçimlerindeki bahtsızlığı alay konusu olmaya yakındı İngiltere'de.

Şimdi onu ipten alan Hollandalı emekli oluyor ve Ferguson yine riskli bir transfere imza atıyor. Tabii Sir, bu yeni ismi 1. kaleci mi yoksa yedek olarak mı düşünüyor şu anda bilmiyoruz ama Schmeichel'dan iyi referans almaması başlangıç için çok umut vermedi bana. Schmeichel, ManU kalesi için en uygun adayların Liverpoollu Pepe Reina ve CSKA'lı Igor Akinfeev olduğunu söylemiş ayrıca. Akinfeev yaş, tecrübe ve yetenek olarak şu an belki Avrupa'nın en iyi 5 kalecisinden birisi. Ancak hala o büyük transferini yapamadı. Bir kaleci için hala çok genç denilebilecek bir yaşta Rus kaleci. Manchester kalesi de ona çok yakışacaktır ama böyle bir transfer şu an gündemde yok. Lindegaard ise şimdilik kapalı kutu. Bekleyip göreceğiz...

Paralel evrendeki oyun

Fringe, Lost'un yapımcısı J.J.Abrams'ın elinden çıkma mistik olayların bilimsel temellere oturtulduğu ama acaip de uçuk fikirlerin olduğu bir dizi. Bu uçuk kurgulardan birisi de paralel bir evrenin varlığı. Yani bizim hayat çizgimizde yapmadığımız seçimleri yaptığımız bir hayatı yaşadığımız "öteki" evren...Peki ben neden yazıya böyle abuk bir başlangıç yaptım hemen açıklayayım.

Bugün Beşiktaş'ın ilk 11'i kağıt üstünde orta sahadaki fiziksel direnci arttırmak için kurulmuş ve daha defansif gözüken bir yapıda görünüyor idi maç öncesi. Sezon başına dönersek eğer, Schuster, orta saha düzeninde  Ernst-Guti-Tabata(Delgado) 3'lüsünü tercih etmişti bazı maçlarda. Özellikle de UEFA ön eleme maçlarında ki bu maçlar Schuster'in takımın başındaki ilk tecrübeleri idi. Bu 3'lüden bazen Guti'yi bazen de Delgado'yu Ernst'in yanına çekmişti savunmanın önüne. Ama buradaki oyuncudan Schuster'in temelde beklentisi fiziksel bir mücadeleden ziyade oyun kurma konusunda öne çıkması ve savunma-hücum arasındaki pas bağlantısını sağlaması idi. Avrupa'da alınan (Querasma'nın da üstün formu ile) iyi neticeler orta sahadaki fiziksel zaafı bir nevi örtbas etmişti. Yine de bu zayıf takımlara verilen birçok pozisyon iyi sinyaller vermemişti ilerisi için. Zaten ne zaman lig başladı, fiziksel oyun ön plana çıktı Aurelio takviyesi yapıldı takıma. Delgado gönderildi ve Tabata ya yedek kulübesinde yerini ısıttı ya da sağ kenarda oynatıldı. Ernst-Aurelio ikilisi ise Schuster'in yeni gözdeleri oldu. Birkaç istisna maç haricinde de bu ikili ve Guti yeni kurgunun baş aktörleri oldular orta alanda. Her ne kadar Guti yine kağıt üstünde daha ofansif bir role bürünmüş gibi gözükse de, Sivok'un sakatlığı ve Aurelio'nun kısır oyunu topun yine ileri bölgeye iletilmesinde sorun yaşattı Beşiktaş'a. Bu yüzden de Guti belki Schuster'in direktifi belki kendi insiyatifi bilinmez ama sürekli geriye kadar gelip stoperin ayağından topu alan adam oldu bu kurguda. Bu maçın ilk yarısında ise başka bir kurguya sahne oldu İnönü.

Bu kez de Ernst-Necip-Aurelio idi bu 3'lünün adı. Aurelio yine her zamanki rolünde idi ama Ernst ve Necip ikisi birden daha hücuma destek verir pozisyonda idi. Guti yine hücum organizayondaki rollerine devam etse de bu kez Necip'in varlığı ile fizik olarak ilk yarı boyunca eskisi kadar yıpranmadı. Bursa'nın o bilindik sertliğine aynı sertlik ile cevap verecek kadar diri idiler bu yarıda. Rakibi çok baskı altına alamasalar da Ali'nin ilerideki hareketli oyunu bu 3'lünün direnci ile birleşince takım savunmasını ilk kez bu kadar iyi yaptıklarını gördüm ben. Takım savunması düzelince pas alışverişi ve hücum varyasyonları da iyileşti. Yani ortaya temposu yüksek, oyunu daraltan ancak hücum oyuncularının kalite konusundaki eksikliği yüzünden fazla pozisyon bulamayan ama hiç de pozisyon vermeyen bir takım çıktı.

İlk yarının sonunda Volkan Şen'in kırmızı kartı ise bana kalırsa sadece Ertuğrul Sağlam'ın değil, Schuster'in de planlarını bozdu ya da aklını karıştırdı.  İkinci yarıya Necip/Tabata değişikliği yaparak başlaması bu yukarıdaki özellikli takımın yerine eski bilindik görüntülerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Tabata hücum anlamında bir artı getirmediği gibi takım savunmasını da bozdu. Mutlak galibiyet ihtiyacı Schuster'i o çok istediği gole daha hızlı ulaşmak adına böyle bir değişikliğe itti belki ama ilk yarıdaki o güzel takımın da katledilmesine sebep oldu bir yandan. Bir teknik adamın Tabata gibi  "10 numara" tarzında bir oyuncudan maçı çeviren bir hamle beklentisi olması çok normaldir. Ancak Tabata böyle bir oyuncu değil maalesef. Belki gönderilen Delgado onun bu beklentilerini bir nebze karşılayabilirdi ama Tabata asla. Neticede Beşiktaş Holosko ile golü bulsa da ve yine de kalesinde Cenk'in hatası ile oluşan pozisyon dışında ciddi pozisyon vermese de ilk yarıdaki o ateşi göstermedi bu devrede.

Fringe ile bağlayalım. Demek istediğim nokta şuydu. Volkan'ın atılmadığı ve Schuster'in ikinci yarıya da aynı 11 ile devam ettiği bir paralel evrende nasıl bir oyun oynandı ve nasıl bir sonuç çıktı ortaya acaba? Bu sorunun cevabı belki de bu takım savunmasındaki problemi çözecek anahtar olabilirdi. Düşünsenize ikinci yarıda Manuel Fernandes ile takviye edilmiş Ernst-Necip'li bir orta saha ve iyileşmiş bir Quaresma...Takım savunması düzelmiş bir Beşiktaş hücum anlamında da çok daha fazla şeyler vaat edebilirdi bize. Keşke öğrenmenin bir yolu olsa idi.

2 Aralık 2010 Perşembe

Ne zamana kadar Hakan?

Schuster'in deplasman maçlarına yaklaşımı bu maçta da aynıydı. Kontrolü ele alma ve oyunun temposunu ayarlama adına özellikle 2. bölgede çok fazla pas yaptılar. Hücum opsiyonlarının sınırlı olması aslında Schuster'e fazla da bir seçenek bırakmadı bu son iki maçta. Defansın uyumsuzluğu bu kontrollü oyunda dahi devam etti. Hilbert yine kendi kanadından Sofya'nın 7 numaralı oyuncusunu üç kritik pozisyonda kaçırdı. Bu hatalar öylesine kritik ki aslında sadece pozisyonlar gol ile sonuçlanmayınca halının altına itilen tozlar gibi üstünden geçilip gidiliyor bu arızaların. Manisa maçı örneğindeki gibi rakip bu açıkları değerlendirince ortaya dağınık ve bilinçsizce hücum eden bir takım çıkıyor akabinde. Bu yüzden Schuster ne kadar oynatmak istediği felsefede ısrar ederse etsin işe bu takımın takım savunmasını ve defanstaki uyumsuzluğu gidererek başlaması gerekir. İki maçtır İsmail'de ısrar ediyor pozisyon bilgisi zayıf olsa da hızı ve dinamizmi yüzünden. Ersan'ın üstüste 6. maçı oldu yanılmıyorsam. Ama öyle ya da böyle ne kadar yamanmaya çalışırsa çalışılsın bu arızalar her zaman başgösteriyor.

UEFA'da kazanması gereken bütün maçları kazandı Beşiktaş ve 2.tura çıkmayı garantiledi. Dışarda Rapid ve içerde Sofya galibiyetleri ile bu akşamki galibiyet kağıt üzerinde olması gerekenlerdi. Deplasmandaki Porto beraberliği ise piyangodan çıktı. Schuster'in grup maçlarındaki sistemi tuttu. Bundan sonraki turda tekrar gruplara gidilse idi belki Beşiktaş'ın üst turlar için şansı daha fazla olacaktı ama şimdi farklı bir kulvar ve anlayış gerektiren eleme maçlarına geçiliyor.

Bu akşam 3 oyuncu değişikliğini de sakatlıklar yüzünden kullandı Schuster. Kulübe zaten mevcut sakatlar yüzünden fazladan bir kaleci ve sakat Querasma ile takviye edilmişti. Bu kadar sakatlığı şansızlık ile açıklamakta zorlanıyorum işin gerçeği.

Hakan'ın kalecilik yetenekleri konusunda giderek karamsar bir hale bürünüyorum. Bir kaleci elbette hatalı gol yer. Haftasonu Cenk'in yediği gibi. Ama bir kaleci her zaman aynı hata ve aynı eksiği yüzünden gol yiyemez. Hakan'ın yan toplara çıkarken yaptığı zamanlama hatası yüzünden kariyerinde yediği kaçıncı gol ben sayamadım. Çalışma ile aşılabilecek bir sorunu sadece özgüven eksikliğine bağlayamam. Mutlak suretle bu eksiğini gidermesi lazım yoksa 1. kaleci başladığı sezonu 3. kaleci olarak tamamlayacak.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Futbol her yerde...

"Kiralık" felsefe...

Son haftalardaki yüz ifadesinden de anlaşılacağı gibi Elano İstanbul'da daha fazla kalmak istemiyordu ve beklenen haber de az önce geldi. Santos ile Galatasaray 2.9 milyon Euro karşılığında anlaşmış Elano için. Yanlış hatırlamıyorsam 7 milyon Euro civarı bir paraya gelmişti Galatasaray'a. Her ne kadar resmi web sitesinde oyuncunun alacaklarından vazgeçtiği ve böylece kulübün 12-13 milyon Euro'ya yakın bir tasarrufa gittiği anlamına gelen haber yayınlansa da bu düz mantık sadece Elano'dan verim alınamama suçunu ört bas etmeye yaramaktan öteye geçmez bana kalırsa. Sonuçta oyuncunun almaktan vazgeçtiği bu rakamlar Galatasaray'ın daha 1.5 sezon önce ona biçtiği değerdir. Yani zararın neresinden dönülse kardır anlayışı bu. Kimsenin gözünü boyamaya gerek yok. Ancak buradaki "zarar" kelimesi sadece Elano'da aranmaması gereken bir kabahatin hafifletilmiş nitelendirilmesidir. Daha günler önce sezonun en iyi bir kaç transferinden biri olması beklenen Misimovic'i komik bahaneler ile göndermişken şimdi de ellerinde kalan son "değer" den de vazgeçtiler.

Elbette bu transferde Elano'nun istekleri de göz ardı edilemez. Ama bu oyuncuların bu kadar kısa zamanlarda ülkeden kaçarcasına uzaklaşması normal değil. Elano'nun Türkiye'ye gelmesindeki en önemli motivasyonu geçtiğimiz yaz Güney Afrika'da bir Brezilya forması kapabilmekti. Çok da verimli geçmeyen bir sezonun ardından bu amacına ulaştı ama ardından gelen bir türlü düzelmeyen bir sakatlık ve Rijkaard/Hagi değişikliği ile onun da ömrü kısa sürdü bu ülkede.

Rijkaard/Hagi değişikliği Galatasaray'da sabıkalı da olsalar iki yıldız ismin takımdan kopması ve 6 maçta alınan sadece 1 galibiyet ile umutsuz bir tablo çizmişe benziyor. Belli ki bu takım da dağılacak ve tekrar bir transfer taarruzuna geçilecek. Polat yönetimi ömrünü doldurdu bu kesin ancak bu yeni yapılanma da büyük ihtimalle onların kumandasında gerçekleşecek. Eldeki yerlilerden de oldukça şikayetçi olunduğu bilindiğine göre bu takımın yeniden kurulması ya ciddi bir para ya da ciddi bir gençleşme ve küçülme felsefesi gerektiriyor. Mevcut yönetim böyle ciddi bir operasyonu yönetecek kadar güven vermiyor kimseye. Şimdi de ismi duyulmadık Rumen oyuncuların haberleri geçmeye başladı medyada. Doğru mudur değil midir bilemeyiz ama bu değişiklik sadece ekonomik anlamda değil zihinsel anlamda da bir küçülmeye gidileceğinin göstergesi olur Galatasaray'da.

Türk futbolu ve Galatasaray bu zihniyetten kurtulalı çok oldu. Hatta bu zihinsel devrimi ilk yapan takımdır Derwall ile Galatasaray. Ancak bu kaos yüzünden 10 yıl önceki anlayışa geri dönmek felaketlerin en büyüğü olur. "Kiralık yıldız" felsefesi belli ki tutmadı kulüpte çeşitli sebeplerle. Yanlış isimler seçilmesi ya da bu oyuncuların yönetilememesi olası sebepler...Dos Santos, Jo, Misimovic kontratları kiralık olarak, Elano'da ruhen kiralık geldiği kulüpten neredeyse sıfır verim ile gidiyorlar. Bu saatten sonra bu yoldan medet ummayacaktır hiç kimse ancak acele edip de ne idüğü belirsiz Rumen pazarına yelken açmak da reçete olmamalı. Kayıp olarak gözüken bu sezon futbol takımının değil asıl yönetimin kendini toplaması gerektiği sezondur.

Kulüpler bütçe olarak küçülür, kadro olarak küçülür ama zihin olarak küçülmemelidirler. Galatasaray bu eşiğin yanıbaşında duruyor hemen. "Kiralık" felsefelere bel bağlamadan doğru bir yol haritası seçmeleri lazım ki aşağı düşmesinler.

29 Kasım 2010 Pazartesi

En ateşli El Clasico

Yaklaşık 400 milyon kişi ekran başında ve 100.000 kişi de Camp Nou'da izleyecek derbilerin babası El Clasico'yu. İspanya'da 73 sinema salonu ise perdelerine Hollywood filmlerini değil derbiyi yansıtacak bu gece. Bütün dünyayı etkisi altına alan bir kasırga gibi ama geçtiğimiz senelere göre daha güçlü esen bir kasırga 2010'un son El Clasico'su.

Bu kasırganın bu kadar şiddetli olmasının başlıca sebebi elbette Jose Mourinho. Barcelona-Mourinho ilişkisi iyi başlayan ama sonu kötü biten ve ayrılsalar dahi birbirlerinden kopamayan, sevginin nefrete dönüştüğü bir aşkın özeti adeta. Bobby Robson'un yardımcısı iken bu akşam rakibi olacak Guardiola'ya antreman yaptıran adamdı yıllar önce Mourinho. Yıllar geçti, Mourinho kendi kanatları ile uçmaya başladı, Porto'yu önce UEFA ardından Şampiyonlar Ligi şampiyonu yaptı ve Chelsea'nin başına geçti. 22 Şubat 2006 gecesi ise Stamford Bridge'de Camp Nou'daki nefretin ateşini kendi elleri ile yaktı Portekizli. Del Horno'nun Messi'ye yaptığı hareketin ardından oyun dışında kalmasının sebebini Arjantinli yıldıza bağlayıp Barcelona'nın "namusu" Messi'yi rol yapmakla suçlamış ve Camp Nou'daki maça B takımı ile çıkacağını söylemişti. Katalanlar o gecenin ardından Mourinho'yu defterden tümüyle silmişti ve belki de Luis Figo'nun ardından tribünlerin en çok nefret ettiği ikon haline gelmişti.

Geçen sene ise yıllar önce antrenörü olduğu takımın mabedine, kendisinden en çok nefret edilen yere bir kez daha ama bu sefer şampiyon olmak için önündeki son büyük engel olan kan davalısı Barcelona'yı kupadan saf dışı etmek için gelmişti. Tarihin en estetik futbol oynayan takımına 90 dakika boyunca ceza sahası önünde pas yaptırıp neredeyse sıfır pozisyon veren Inter'i ile kupaya uzandığı geçen sene, kariyerinin en anlamlı mağlubiyetini almıştı belki de burada. Maç bitince tribünlere işaret parmağını gösterirken Valdes'in onu sarsmasına rağmen kendinden geçmiş bir şekilde yıllardır beklediği intikamın tadını sıcakken çıkarıyordu adeta. Ama beklenen cüretkar hamlesini bir kaç hafta sonra, artık Barcelona'nın karşısına ezeli rakibi Real Madrid'in başında teknik adam olarak çıkacağını söyleyerek yapmıştı. Başarılar ile dolu kariyerinde bu sefer futbolun en üst noktasında ve Dünya futbolunun en zor koltuğunda idi artık. Karşısında tarihin en iyi Barcelona'sı, emrinde ise son yıllarda tarihinin en iyi günlerini geçirmeyen Real Madrid vardı. Kısa bir zamanda kendi Real Madrid'inin temellerini atmaya başladı ve Mesut'u, Khedira'yı, Di Maria'yı, has adamı Carvalho'yu takıma monte etti. Belki de en iyi o biliyordu Barnebau'da sadece kazanmanın yetmediğini. Sezon başı sıkıcı futbol ve düşük skorlu galibiyetler tribünlerde homurdanmalara sebep olmuştu. Ancak o ve Madrid çabuk toparlandı ve istenilen, beklenilen futbolu oynamaya başladılar.

Şimdi de belki de yıllardır hayal ettiği ve hazırlandığı Camp Nou'daki El Clasico geldi çattı. Katalunya'daki seçimler nedeni ile Pazartesi'ye alınan maçtan kaliteli futbol mahrumu bizlerin beklentisi o kadar büyük ki, sanki Yüzüklerin Efendisi'nin son filminin gösterime girmesi gibi bütün hafta boyunca bu anı bekledik. Herkes Barcelona'nın ne oynayacağını biliyor ama merak edilen Mourinho'nun hamlesinin ne olacağı. Ya da bir hamlesi olacak mı sorusunun cevabı. Geçen sene Inter'de iken estetik futbol düşkünlerinin acımasızca eleştirdiği meşhur Camp Nou müdaafasına benzer bir anlayış sahada olacak mı diye merak ediliyor. Benim beklentim ise Mourinho'nun bu eleştirilere yanıt vermek için ama Madrid'in kendinden beklentisinin sadece bir Barcelona galibiyeti olmadığını bilerek sezon başından beri benimsediği felsefenin arkasında durarak sahaya çıkacağıdır. Gün içindeki haberlerde Madrid cephesinde Higuain'in sakatlığı sebebi ile oynayamacağı vardı. Dolayısı ile ilk 11'de Benzema mı yoksa bir başka oyuncu mu olacağı sorusunun cevabı bir önceki soruya da yanıt olacaktır.

Barcelona Guardiola ile son 4 El Clasico'yu kazandı. 11 gol attı rakibine ve son iki maçta da kalesinde gol görmedi. Belki de Madrid tarihinde hiç bu kadar ezilmemişti Katalanlar karşısında. Şimdi de bu makus talihlerini değiştirmek üzere "seçilmiş" bir kişi var başlarında. Her yönü ile son yılların en ateşli derbisini ESPN'in ateşli klibi ile beklemeye başlayalım.

http://www.youtube.com/watch?v=LYvhUq2QE2Q

28 Kasım 2010 Pazar

Düşünen futbolcu

"Yediğim hatalı gol puanı etkileseydi çok üzülürdüm. Ama sonuçta 3 puan bize yazıldı. Nietzsche'nin cok sevdigim bi lafı var 'Unutan iyilesir' der, ben yedigim golü unuttum, kaleci balik hafizali olmalı. Futbolda böyle şeyler var. Golden sonra hiçbir şey olmamış gibi devam ettim"

Cenk Gönen'in maç sonu açıklamasının bir özeti...Önündeki maça bakmıyor, iyi mücadele ettiklerini söylemiyor, talihsiz bir gol yediğinden yakınmıyor, yönetici büyüklerine teşekkür edip galibiyeti tüm camiaya armağan etmiyor, vs.vs...Ezberleri bozan cümleler kurdu Lig TV'ye Cenk. Sezon başında transfer edildiğinde sadece umut vaadeden 22 yaşında bir 3. kaleci idi ancak şimdi Beşiktaş'ın düşünmesini bilen, aklı başında ve yaşının kat kat üstünde olgunluğa sahip olan 1. kalecisi oldu. Hem de bu kadar kısa bir zamanda. Bu cümleleri bir Türk futbolcusunun ağzından duyacaksak sen bu golleri istediğin kadar yiyebilirsin Cenk!

Sen bunu haketmedin Ali Sami Yen!

Ne gariptir ki Schuster, takımını oynatmak istediği felsefe ile kaybederken, gelecek planlarında olmayan bir sistem ile oynarken kazanıyor. Bunun en son 2 örneği Gençlerbirliği ve bu akşamki Galatasaray deplasmanlarında alınan galibiyetler olarak gösterilebilir. İçerde oynanan Kasımpaşa ve Konya maçları da kağıt üzerinde kolay gözükürken, oturtulmaya çalışılan sistemde verilen açıklar yüzünden puan kaybedilen maçlar olmuştu.

Olması gereken elbette Schuster'in bu sistemde ısrar etmesi. Ancak bu geçiş döneminde de bazı maçlarda macera aramayıp, ligden kopmamak için felsefesinin dışına çıkmak zorundadır. Aynen bu akşam olduğu gibi. Daha önce de değinmiştim oynanmak istenen oyuna tezat oluşturan faktörlerin neler olduğuna dair. Bunlar aslında sadece bu sistemin değil, saha içindeki herhangi bir sistemin düzenini bozacak kadar büyük açıklar. Bu akşam da skor üstünlüğü Beşiktaş'a erken geçmesine rağmen, ileri bölgede yine pas yapamadı, yine top tutamadı Beşiktaş özellikle ilk yarıda. Yani Galatasaray'ın diri olduğu anlarda Beşiktaş kendi oyununu kabul ettiremedi rakibe. Tabata-Holosko-Nobre 3'lüsü ile bunu becerebilmek çok zor. Çünkü bu oyuncuların doğasında yok pasa dayalı futbol anlayışı. Nobre ikinci yarıda attığı gol ile pozitif bir oyun oynamış gibi gözükse de bunun en büyük sebebi Galatasaray'ın temposunun giderek düşmesi ve Servet'in oyundan alınmasıdır. Özellikle ilk yarıda pas trafiğinin içine girmeye çalışınca Nobre rakip takımın stoperi gibi oynadı. Holosko ve Tabata ise bilindiği gibi sırtı dönük oyunda yoklar. Hiç bir zaman da olmadılar ve bu saatten sonra da olamazlar. Holosko'nun bu akşam iyi gözükmesinin tek sebebi onun futbol oynama becerilerine hitap eden bir anlayış ile sahada olunması idi. Hagi de Holosko'ya iyilik borcu varmış gibi o kanada Ali Turan'ı koyunca maçı çözen en büyük faktör olan erken gol, Holosko'nun 30 metrelik deparı ve akabinde Ali Turan'ın hamle hatası yüzünden geldi.

Beşiktaş'ın bu kadrosu geleceğin kadrosu değildir. Ama bir geçiş dönemi kadrosudur. Guti önümüzdeki sene de burada ve ardından muhtemelen takım elbisesini giyip Madrid'e gidecektir. Bu sistemin de tek işleyen parçası o ve onun pozisyonu şu anda. Şayet Schuster ve felsefesini sahipleniyor ise Beşiktaş yönetimi acilen mantıklı arayışlara başlamalı. Guti burada iken bu oyunun nasıl oynanması gerektiğini anlayacak parçalar bulunmalı. Kadro sıfırlansın, sil baştan yapılsın demek değil bu. Sadece eksik parçalar, doğru ve mantıklı hamleler ile tamamlansın. Elde Cenk gibi bir kaleci var, Ersan gibi hamleli ve topla arası nispeten iyi bir savunma adamı bulunmuş, Necip ve Onur gibi altyapı olarak daha dolu ve işlenmeye müsait iki orta saha oyuncusu, 2-3 sene daha verim alınabilecek Ernst, sezon başındaki görüntüsüne dönmesi ve takımın bir parçası olması durumunda Quaresma ve yine yerli kontejyanı şansı oluşan Bobo var. Eksik parçaların neler olduğuna girmeye gerek yok ama hangi özelliklere sahip olmaları gerektiği biliniyor artık bu 5-6 aylık tecrübe sayesinde. İlk hamle, daha resmi olarak açıklanmasa da Valencia'dan Manuel Fernandes ile geldi gibi gözüküyor. Resmi olarak açıklandıktan sonra ayrı bir yazı ile değineceğim ama olursa 2 sene önceki Ernst etkisini yapacaktır bu takımın orta sahasına. Ve pek tabi ki 24 yaşında olması da uzun vadeli bir projeye doğru bir eklenti olacağını düşündürebilir bize.

Beşiktaş özeline çok girdim maç değerlendirmesinde ancak Beşiktaş'ın bu akşamki oyununun analizi gereksiz olacaktı çünkü bu oyun değil oynanmak istenen. Sadece puan almak için ve mevcut kadrodaki eksikler yüzünden gidilen bir anlayış değişikliği idi gördüklerimiz. Yani haftaya içerdeki Bursa maçında Beşiktaş yine saçma sapan pozisyon hataları yapıp komik goller yiyebilir. Bu akşam kimseyi aldatmasın.

Galatasaray ile devam edelim. Daha önceki maçlardaki gibi Hagi yine tempo yaparak başlamak istedi maça ve doğru da yaptı. El bombası misali Beşiktaş savunmasını hataya zorladı ve kimi zaman da başardılar bunu. Ancak erken gelen gol Beşiktaş'ın o meşhur açıklar veren savunmasını daha da geriye itti ve oyun merkezinin böyle arkaya kayması, normal şartlar altında sürekli pozisyon hatası yapan Hilbert ve İsmail'in ve hatta Toraman'ın işine yaradı. Bildikleri oyunu oynadılar bundan sonra. Hagi de açıkçası Ali Turan takıntısının cezasını çekti bu akşam. Olması gereken düzen ikinci yarıdaki Sabri'nin bekte olduğu düzendi. Belki bu golü bu kadar erken yemeselerdi o tempodan bir gol çıkarıp öne geçebilirlerdi ve oyunun hikayesi bambaşka olurdu. Yine de bu düzende dahi Pino Beşiktaş stoperlerini zorladı ama onun bu dinamik oyunu o boşluklara girmesi gereken adamların olmaması yüzünden verim vermedi. Hem Elano hem Kewell savunmanın içine sızamadılar. Oysa Beşiktaş'ın savunmadaki yumuşak karnı ortası, kenarları değil. İkinci yarı ise doğru bir değişiklik ile başladı Hagi ancak temposu da ilk yarıdaki seviyelere çıkamadı takımının.

Devre arası Hagi'yi de yoğun bir mesai bekleyecek. Öncelikle Misimovic sorununu çözmesi lazım. Eğer bu sorunu Bosnalıyı takımdan göndererek çözecekse bu sefer de kalite sorunu başgösterecek ve mutlak suretle Arda ve Baros'un yanına transferler gerecektir. Ayrıca Elano'nun bu ruh halinde ne kadar yararlı olacağını düşünmeliler. Bu da ayrı bir denklem Hagi için.

Maç öncesi derbinin kalitesi sorgulandı iki takımın da puan cetvelindeki yerleri gösterilerek. Derbiler futbol kaliteleri yüzünden bu kategoriye girmiyorlar elbette. Zaten akıllara kaç tane futbol kalitesi inanılmaz yüksek derbi gelir ki düşününce. Bu takımlar 17. ve 18. olsalar da merak edilen ve heyecanla beklenilen maçlara çıkarlar her zaman. Bu yüzden bu derbinin değil Türkiye'deki genel futbol kalitesine bakmak lazım. Ama yine de Ali Sami Yen son derbi maçında hakettiği gibi uğurlanmadı.

Not: Maç içinde ve sonunda 3 Türkiye resmi vardı akıllarda kalan. Futbolcuya lazer tutan ve bu esnada geviş getirerek gülen tribündeki yaratık, maç sonu hamile eşi ile kameralara "mazlum" şov yapan Galatasaray taraftarı ve yine sökülen koltuklar ama bu sefer Ali Sami Yen hatırası bahanesi ile...Bunlar da futbol kalitesizliğimize saha dışından örnekler.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Elano vs. Niang / Hagi vs. Kocaman

Geçen haftaki Kayserispor-Galatasaray maçı ile bu akşam oynanan İBB-Fenerbahçe maçında benzer iki görüntü ama farklı iki reaksiyon gözüme takıldı. Geçen hafta oyunun sonlarına doğru Elano, değişikliğin ardından direk soyunma odasına gitmek istedi ancak menajer Cenk Ergun araya girerek kulübeye gitmesini istedi. Elano ise hasta olduğunu söyleyerek ısrar etmişti içeri girmek için ama nafile...Hagi'nin dediği oldu ve Elano maçı kulübede tamamladı.

Bu hafta ise Niang, Elano'nun başaramadığını Olimpiyat Stadı'nda başardı. Kendisine müdahele etmeye çalışan kimse de yoktu. Gerçi maçın son dakikası idi ancak yine de kural kuraldır denilebilirdi eğer Aykut Kocaman oyuncularına böyle bir dayatma yapmış olsa idi. Alex ise 70'de kenara gelmesine rağmen maçı kulübede izlemeyi tercih etti.

İki farklı uygulama, iki farklı reaksiyon...Sporcu sağlığının önemini göz önüne alarak Hagi'nin koyduğu bu kuralın basit bir disiplin gösterisinden öteye gitmeyen bir anlayış olduğunu düşünüyorum. Bir hafta önceki Misimovic'in tepkisine karşı alınmış bir önlemdi belki de. Ancak fazla basit ve sığ bir anlayış bana kalırsa. Aynı maçta saha içinde Ayhan ve Hakan Balta birbirlerinin boğazına sarılacak kadar maçın atmosferinden çıkmışlarken, kenarda Elano üzerinden gösteri yapmanın bir anlamı yok. Oyuncunun kendi tercihine bırakılmalı. Hatta bana kalsa zorla soyunma odasına yollarım sağlıkları açısından.

Saha içindeki birliği ve disiplini sağlamak lazım önce. Kenarda 5 kişi oturmuşsun 6 kişi oturmuşsun fazla önemi yok. 

26 Kasım 2010 Cuma

Sevinme özürlüler 2


Son yazının üstüne cuk diye oturan görüntüler geldi Eskişehir'den. 2-1 kazanılan bir Manisa maçının ardından başkan Halil Ünal'ın, Batuhan'ın iteklemeleri ile soyunma odasına gelmesi ve akabinde yaşanılanlar...Vıcık vıcık, seviyesizliğin son haddinde bir ortam ve bu bağırış çağırışın ortasında kalmış, ne yapacağını şaşırmış olan o kulübün başkanı. Hep alışık olduğumuz Türk sporcusunun prim dilenciliğine de bir kez daha şahit olduk sayelerinde bu akşam. Neresinden tutsanız elinizde kalacak görüntüler. Ayrıca neyin sevinci ki bu, böylesine abarttınız. Bu adamlar sporcu olacak da, topluma örnek olacak da vs. vs...Futbolcusundan, teknik adamına, başkanına kadar sevinmesini dahi bilmiyoruz.

Gole sevinecekken oyuncusunu azarlayan teknik adam bizde, gol attığında sevineceğine rakip tribüne sus işareti yapan topçusu bizde, basit bir galibiyetin ardından takımın havaya girmesini engellemek yerine soyunma odasında amigoluk yapan başkan bizde...Fazla söze hacet yok!

Sevinme özürlüler

Futbolcuların gol sevinçleri ile ilgili bir çok haber, video, belgesel tarzı işler yapılmıştır da şu teknik direktörlerin kenardaki hallerini bir derleyen toplayan çıkmadı bugüne kadar. Hem sevinç hem de üzüntü adına Yılmaz Vural'ın performansına ulaşanı ben görmedim henüz. Gerçi hafta içinde kulübe camını tekmeleyerek kıranını da gördük ilk defa ancak Yılmaz Hoca'nın o duygu seli halinde maçı yaşamasına hiçbiri erişemedi daha.

Bir de klişeleşmiş bir gol sevinci, daha doğrusu gole sevinememe durumu var ki benim asıl değinmek istediğim budur. Türkiye'deki temsilcilerinden Hikmet Karaman ve Ziya Doğan'ın başını çektiği bu ilginç tepkinin ana teması gole sevinmeyip, işini ciddiye alan adam rolüne bürünmektir. Bu teknik adamlar golden sonra abartılı sevinçlere girmezler. Hemen saha içinden bir oyuncu seçerler kurban etmek adına ve onu yanına çağırarak destansı talimatlar yağdırırlar zavallıya. Diğer arkadaşları gol sevinci yaşarken, hatta bazıları iki dakika yatıp dinlenme fırsatını değerlendirirken o ise bitip tükenmek bilmeyen ve benim o kısacık anda neler anlattığını bir türlü çözemediğim bir teknik adamdan talimatlar dinlemek zorundadır. Sahi ne anlatırlar ki o kısacık ve gerilimli anlarda bu kadar önemli?

25 Kasım 2010 Perşembe

Tecrübe, tecrübe, tecrübe...


Bursaspor'un Avrupa macerası hayalkırıklığı ile devam ediyor. Atılan tek gol ve yenilen 15 gol bir yana, sahada bu kadar aciz kalmasını kimse beklemiyordu açıkçası Bursa'nın. Bugün İspanyol gazetelerinde Bursa'nın geçen sene Süper Lig'de nasıl şampiyon olabildiğini sorgulayan başlıklar vardı. Elbette bu 5 maçlık seriye bakınca, dışarıdan bizi izleyen gözlere çok mantıklı gelmiyordur bu takımın yıllar süren saltanatı yıktığına inanmak. Ama İspanyolların sorduğu soruyu kaale alıp, içindeki küçümseyici manayı bir kenara bırakırsak cevabımız dirençli, inatçı bir oyun ve bireysel/takımsal istikrar olarak verebiliriz. İspanyollara İnönü'deki Beşiktaş maçını ve yine içeride kupa rövanşında oynadıkları Fenerbahçe maçının kasetlerini göndersek sanırım onlar da bizim kadar şaşırır bu gece-gündüz kadar farklı oyuna.

Aslında bu tablonun benzerini Sivasspor yaşatmıştı bize Anderlecht karşısındaki oyunu ile. Henüz ön eleme maçı olsa dahi o dirençli ve sert takım yerini dağınık ve yumuşak bir takıma bırakmıştı geçen sene. Bursa'nın da bu sene Avrupa'da düştüğü durumu aynı sıfatlar ile nitelendirebiliriz. Geriye düştüğünde geçen sene İstanbul'da Kadıköy ve İnönü'de gösterdiği inadı ve geri dönüş çabasını Avrupa arenasında gösteremedi. Göstermek bir yana buna çabalamadı dahi. Bunda geçen seneki takım kurgusu ile Ertuğrul Sağlam'ın bu takımı bir adım daha öne götürmek adına bir miktar oynamasının payı var elbette ama Hüseyin yerine neden Insua oynuyor eleştirisini ben asla kabul etmem. Ertuğrul Sağlam da gayet farkında ki sadece kapanarak ve savunma yaparak bu seviyelerde tutunamazsınız. Insua özelinde belki takımına bir fırsat vermek istedi. Savunma yapmak için değil top oynamak için burdayız mesajı! Bu mesaj tutmadı ama bu başarısızlığı sadece bu mentalite değişikliği ile açıklarsak Sağlam'a haksızlık etmiş oluruz. Oyuncular da bireysel performanslarını biraz fazla göz önünde tuttular bu hezimet ile biten maçlarda. Özellikle Volkan ve Sercan'ın bu fırsatları biraz fazla bireyselleştirmesi o bilinen takımdaşlık duygularının arka plana itilmesine sebep oldu. Buna hem TV'de izlediğim maçlarıda hem de yerinde izlediğim içerdeki Manchester maçında oyuncularının vücut dilleri sayesinde tanık oldum. Beklenilen bir tehlike idi Bursa adına ancak ben Ömer gibi, Hüseyin gibi ya da Ali Tandoğan gibi diğer oyuncuların toparlayıcı olacağını düşünmüştüm ama işte tecrübe denilen özellik sadece yaş ile orantılı değil.

Bursaspor dışarda kaybetti ama içeride istikrar ve direncini devam ettiriyor. Yine Sivas örneğinden gidersek bu ağır yenilgilere rağmen takımı toplayabilmesi Ertuğrul Sağlam adına olumlu bir puan ve sadece bu bile istifa söylentilerinin geçtiği bugünlerde onun takımda kalması için yeterli bir sebep. Dün maçın ardından biraz da geçmiş Metalist tecrübesinin verdiği duygular ile ayrılma lafını ima etti hoca ama buna hiç lüzum yok. Bu takım ligin içinde kalacak güce sahip. Bir maç sonra da kabusa dönen bu maceradan kurtulacaklar. Evet Türkiye Bursa yüzünden imaj kaybetti gibi gözükebilir dışarıda ama burada sorgulanması ve yargılanması gereken ilk faktör de Bursaspor takımı ve teknik kadrosu değildir.


Kötü bitse de bu macera da bir tecrübe olacak onlar için. Ve tecrübenin ne demek olduğunu da en iyi onlar anlamış olacak...

24 Kasım 2010 Çarşamba

İhanetin fotoğrafı


Dün akşam oynanan Ajax-Real Madrid maçında, Mesut'un Benzema'ya yaptığı mükemmel asistin ardından hafızalara kazınan diğer resim de bu an oldu. 4-0'lık galibiyet ile bir üst turun garantilenmesinin ardından, Xabi Alonso ve Sergio Ramos sarı kartlarını temizlemek adına son dakikalarda bilerek ikinci sarı karttan kırmızıyı görerek oyun dışında kaldılar. Böylece üst tura sarı kart problemi olmadan başlayacaklar.

Kartları görme biçimleri futbol adına çok şık durmadı sahada. Ramos, serbest atışı geciktirmek için ayağından geleni yaptı desem yanlış olmaz! Alonso da aynı yolu izledi ayakkabasını bağlama numarası çekerek. Sonuçta rakibe zarar veren hareketler değildi bunlar ama sonuç ne olursa olsun o saha içinde oynanan bir oyun ve rakip var. Real Madrid gibi bir takımın bu görüntüleri vermek pahasına bu yola sapmasına lüzum yoktu.

İlginç olan da bu kararın maç oynanırken alınması idi. Yukarıdaki fotoğraf da ihanetin fotoğrafı olarak tarihe geçer sanırım. Mourinho önce Dudek'e, Dudek Casillas'a ve o da saha içine bu mesajı iletti. Aslında bu karar maç öncesi de rahatlıkla alınabilirdi ve biz de bunu saha içinde görmek zorunda kalmazdık. Hani daha profosyonelce ve dikkat çekmeden yapılabilirdi ikinci sarı kartı görme işlemi. Ama onlar bu yolu seçtiler. Dudek de Casillas'ın arkasında yıllardan beri boşuna beklememiş olduğunu gösterdi. Kalecilik yeteneklerini uzun zamandır görmedik ama kulaktan kulağa olayını iyi çözmüş.

Bu kararı alan adam ile yani Mourinho ile uğraşılacaktır yine. Bir taraftan haklı eleştiriler de olacaktır elbette ama Mourinho bu işte. Başarı yolunda kimi değerleri görmezden gelebilen bir karakter. Ancak Real Madrid de sonuç isteyen bir kulüp. Karşılarında ise daha birkaç gün önce rakibini ısırdı diye kendi oyuncusu Suarez'e 2 maç ceza verebilen bir kulüp olan Ajax vardı. Biraz da bu yüzden beyaz daha beyaz, siyah da daha siyah gözüktü gözümüze Amsterdam Arena'da.

23 Kasım 2010 Salı

Deliler koğuşundan ilk firar

Emmanuel Adebayor, Manchester City'nin transfer pazarını birbirine kattığı harekatın ilk hamlelerindendi. Geçen sene takımın ileri uçtaki ilk adamı iken bu sene Mancini'nin rotasyonunda giderek geri plana düşmeye başladı. Manchester United maçında aldığı 1 dakikalık sürenin üstüne son 3 maçta kadroya girmekte dahi zorlandı. Zaten Mancini'nin sistemi de temelde tek santrafor ve iki forvete dayanıyor. İleri uçtaki banko tercihi de Carlos Tevez İtalyan teknik adamın. Sağlıklı olduğu (fiziken ve ruhen) takdirdeTevez her zaman sahada olacaktır, gözüken o. İlginçtir, City'nin hücum silahları isim olarak çok fazla ama hepsi disiplin ve devamlılık yönünden sabıkalı adamlar. Tevez, Santa Cruz, Adebayor, Balotelli ve Jo rotasyonda yer bulan isimler bu sene. Düşünün bu grubun arasında sezon başında Craig Bellamy de vardı. Santa Cruz dışında tüm bu isimlere klinik vakalık olarak bakarsak yanlış olmaz sanırım. Ama Mancini bu tarz oyuncular ile oynamayı seviyor ve yaz döneminde gözünü karartıp Balotelli gibi bir el bombasını bile bu grubun arasına koymakta sakınca görmedi. Velhasıl bu kadar istikrarsız bir hücum hattında dahi Adebayor 3 ya da 4. tercih durumuna düşmüş iken onun City'deki günlerinin sayılı olduğunu tahmin etmek zor değil. Zaten o da kenara itilmeyi kabullenebilecek tipte bir karakter değil. Ön planda olmayı ve yıldız gibi davranılmayı seven, egosu yüksek bir kişilik Adebayor. Bugün, Ocak ayında Juventus'a gideceğini kendi ağzından söylediği iddia edilen haberler vardı. Juventus'un Adebayor'a çok ihtiyacı var burası kesin. Ama o Torino'ya ve İtalya futboluna ne kadar adapte olabilir orası bilinmez.

Sonuç olarak City'nin deliler koğuşuna benzeyen hücum hattından firar edecek Adebayor er ya da geç. Ama gideceği takım Juventus değil de Premier Lig'in başka bir ekibi olursa da hiç şaşırmam doğrusu. John Henry ile kış pazarının en önemli müşterisi olacak Liverpool aday olabilir mi?

22 Kasım 2010 Pazartesi

Luis "The Vampire" Suarez

Uruguaylı Luis Suarez kariyerinin en parlak dönemini yaşıyor bilindiği üzere. Şu an tek eksiği belki de bir lakap idi ancak o, dün bu eksiğini PSV önünde rakibini ısırarak giderdi ve başlıktaki lakabı sonuna kadar haketti bana kalırsa.

Olay, maçın uzatma bölümlerinde yaşandı. Görüntüleri izleyince hareketin garipliğinden donakalıyor insan. Saha içinde tükürme, tekme, tokat ve hatta elle tacize kadar uzanan vakaları çok gördük ama ısırmaya çok ender rastlamıştık. Şöyle bir geçmişe "google" yapınca yıllar önce Jermain Defoe'nin Mascherano'yu ısırması dışında yeşil sahalarda bu tarz başka bir olaya rastlamadım. Tabii Galatasaraylı Vedat'ın Ankaragücü'nden Faruk'un sırtını ısırmasını da unutmak mümkün değil. Fatih Terim'in son senesi idi yanlış hatırlamıyorsam ve akabinde kadro dışı kalmıştı Vedat.

Bir de ringlerden unutulmaz bir andır, ağır siklet ünvan mücadelesinde Mike Tyson'ın o zamanın kralı Evander Holyfield'ın kulağını ısırması.

Mağdur adam PSV'li Ottman Bakkal ise hakeme diş izlerini gösterse de inandıramadı ısırıldığına. Muhtemelen hakem de böyle "ucube" bir ihtimali aklının ucuna dahi getirmemiştir. Velhasıl hakem cezayı kesemese de Ajax Suarez'e anında 2 maç ceza vererek ile kendi evladının kulağını çekti.

Bu gariplikler silsilesi maç sonunda Suarez ile Bakkal'ın birbirlerine sarılarak sahayı terketmesi ile son buldu. Tamam spor, dostluk ve kardeşliktir ama 2 dakika önce seni ısıran bir adama da bu tolerans şaşırttı beni doğrusu. Dirtytackle'da yapılan şu yorum da oldukça hoş olmuş.

"After the final whistle, Suarez and Bakkal peacefully left the pitch arm in arm, presumably because Bakkal's infection had already reached his brain."

http://www.youtube.com/watch?v=8_4jioyxn6k 

21 Kasım 2010 Pazar

Hadi herkes hücuma. Defans mı, o da ne ki?

Beşiktaş futbol takımının yeşil sahadaki sorununu anlayabilmek için aslında bugün Fenerbahçe'ye karşı oynanan basketbol maçında parkedeki performansa göz atmak yeterli. Hani Barcelona'daki sistemin başarısını anlatmak için hep aynı örnek verilir, genç takımdan A takıma kadar hep aynı taktik ve felsefe ile oynadıklarına dair. İşte Beşiktaş biraz daha ileri gitti ve bu felsefeyi sadece futbol takımının çeşitli kademelerine değil bütün spor branşlarına uygulamaya çalışıyor! Peki felsefe ne? "Hadi herkes hücuma, defans mı o da ne ki?" felsefesi!

Dün akşam İnönü'de yaşananlar ile bugün öğleden sonra Akatlar'da yaşananlar komik derecede birbirine benziyordu. İnönü'nün çimlerinde de, Akatlar'ın parkesinde de karmaşa içinde sürekli hücum etmeye çalışan ama takım savunması ile uzaktan yakından alakası olmayan iki takım vardı. Beşiktaş futbol takımı malum, oyunu kısa mesafede oynama gayreti içinde bu sezon. Kabul etmek gerekirse mevcut kadro yetenek anlamında bu oyunu oynayabilecek düzeyde değil. Çok basit bir örnek vereyim. Dün Beşiktaş maçının ardından Real Madrid-Atletic Bilbao maçı vardı. Bizde sanki uzaylılar getirmiş muamemelesi yapılan bu "modern futbolun felsefesi"'ni aslında Avrupa'da irili ufaklı bütün takımlar benimsemiş durumda ve hepsi de iyi kötü uyguluyorlar. İyi-kötü derken dün Beşiktaş'ın yediği gibi komik goller yemiyorlar ya da bazıları hücum anlamında yetersiz olsalar da savunmada alan paylaşımını filan gayet iyi yapıyorlar, büyük alanlar bırakmıyorlar rakiplerine. Dün akşam 5 gol yese de oyunun belli bölümlerinde Atletic Bilbao ve geçen hafta Barcelona önündeki Villareal de gayet oynuyorlar bu mereti. Gerek Bilbao'nun gerekse Villareal'in teslim olmalarının en büyük sebebi karşılarında olağanüstü oyuncular olması idi. Yoksa temel anlamda, oynamaya çalıştıkları sisteme ihanet eden hatalar yapmadılar.

Başka bir ayrıntıya deyineyim. Bizde mesela Aurelio eleştiriliyor iki stoperin arasına giriyor sürekli diye. Aynısını Xabi Alonso da yapıyor. Ama fark ne? Xabi Alonso bu 40-50 metrelik oyunda bu mesafenin tamamını kullanıyor. Aurelio'nun oynadığı alan ise belli, konuşmaya gerek yok. Xabi Alonso iki stoperin arasına girince hücum bölgesine derin paslar atabiliyor ya da rakip iyi alan kapatmış ise hücum opsiyonlarını arttırmak için kanatlara uzun ve ters toplar atabiliyor. Söylemeye çalıştığım şey şu. Bu sistem bizde olmaz, biz beceremeyiz diye birşey yok. Sadece doğru parçaları bulmamız lazım. 33 yaşındaki Aurelio ile olmuyor işte. Hücum yaparken alternatif yaratamadıktan sonra, rakibin dengesini bozmak için bir kaç ters top atamadıktan sonra sen oyunun boyunu kısaltsan ne olur, kısaltmasan ne olur.

Beşiktaş'taki oyuncuların birçoğu tek yönlü oyuncular. Yani tek bir şeyi iyi yapabiliyorlar. Misal Holosko...Driplingi var ama pas yeteneği ve gol vuruşları zayıf. Misal Tabata...Dar alanda ve yüzü kaleye dönükken etkili olmaya çalışıyor ama uzun mesafede ve pas oyununda o da yok. Örnekler genişletilebilir ama bu sistemin parçalarının temel seviyede bir özelliklerinin ortak olması lazım ki o da pas yeteneği. Ama Beşiktaş kadrosunda bu özelliğe sahip fazla oyuncu yok. Ve Schsuter de yanlış malzeme ile doğru oyun oynatmaya çalışırken kendisi de sık sık yanlışların içine düşmeye başladı. Örneğin Querasma'nın sakatlığının ardından bence son derece de gereksiz bir şekilde taşlar ile oynadı. Bek oynayamadığını defalarca ispatlamış Erhan'ı oyuna almak bir yana pas yeteneği zayıf, hücum opsiyonları sınırlı Hilbert'i de sağ öne çekti. Hilbert/Querasma ile hücumda arada işleyen, ama savunmada açık vermeyen kanat, Erhan/Hilbert ile ne hücum ne de savunma yapabildi. Erhan'ın her zamanki gibi yerini kaybetmesinden dolayı da tam playstation'lık bir gol yediler.

Bu sistem oynanacaksa, eğer bu sabır gösterilecekse bir an önce doğru parçaları bulmak için çalışmalar yapılması lazım. Bu iş dünden bugüne bir an önce olabilecek bir iş değil. Schuster de Türkiye'deki kulüp yapılarını biraz dikkate alıp arada puan almak için hamleler yapsa fena olmaz. İkinci yarı Quaresma çıkmışken, Guti zaten yokken ve takım da 2-1 öndeyken daha akıllı hamleler yapabilirdi. Zaten uyumsuz olan defans hattının maça başlayan isimleri Hilbert-Toraman-Ersan-Üzülmez iken bitiren isimleri Erhan-Toraman-Aurelio-Üzülmez oldu. Maç sonunda diğer takımların 60'ların futbolu oynadığından şikayet etti. Teoride haklı olabilir ama kamuoyu onu ne zaman haklı görür? Eğer kendi takımı 2000'lerin topunu oynarsa! Şu an Beşiktaş böyle bir oyun oynamaktan aciz olduğu için Schuster 2 haftadır komik duruma düşüyor kameraların karşısında.

20 Kasım 2010 Cumartesi

Fatih'i yönetememek!


Kulüplerin transfer politikalarını ve yönetim felsefelerini sorgulamaları gereken bir olay yaşanıyor Beşiktaş'ta. Hani yönetimin profosyonellere bırakılması gerektiğini, hiyerarşide başkan ile teknik direktör arasında olan bir sportif direktörün önemi işte Fatih Tekke olayında bir kez daha anlaşıldı.

Sezon başı Zenit'e 750.000 Euro bonservis ödenmişti ve Fatih'e de yıllık 1.5 milyon lira garanti para verildi. Şimdi gelinen nokta ise zaten sicili kabarık bu oyuncudan şu ana kadar sıfır verim alınması ve Schuster'in aralarında yaşadıkları bir tartışma yüzünden kafasından oyuncuyu silmesi. Sonuç ise 33 yaşındaki bir adam için sokağa atılan önemli bir para ve kaybedilen en az 1 sene. Yukarıda bahsettiğim kademede bir yönetici ya da sorumlu olmadığı için de biz muhtemelen ilerleyen dönemlerde Fatih sorununu medyadan takip etmeye devam edeceğiz. Yani görünüşe göre ıskartaya çıkmış eldeki bu malzemeyi en verimli şekilde nasıl kullanılabileceğini düşünmesi gereken bir sorumlu yok ortada. Bu soruna bir çözüm getirilmediği sürece de sportif anlamda ilk başarısızlıkta hemen ısıtılıp servis edilecektir kamuoyuna. Ondan sonra da yöneticiler hiç sızlanmasın bizim altımızı oymaya çalışan bir kesim var diye. Siz buna çanak tutuyorsunuz çünkü.

Ben Schuster'in bu saatten sonra geri adım atacağını sanmıyorum bu konuda. Bu yaşa gelmiş bir oyuncuya ders verme gibi bir niyeti de yoktur sanırım ki hiç o karakterde bir teknik adam da değildir. Şimdi iş bu konuya el atacak bir yöneticiye kaldı. Fatih'in bu şekilde kadroda tutulması doğru değil.

Telegol etkisi mi?


- Tony Parker-Eva Longoria ilişkisinin detaylı analizi
- "Kobe vs. All NBA" detaylı analiz
- Kobe'nin Call of Duty reklamlarında oynaması ekseninde bilgisayar oyunlarının çocuk gelişimine etkisi
- ....

Her hafta sabırla basketbol konuşulsun diye beklediğim, Türkiye'de basketbolu en iyi bildiğine inandığım 3 basketbol adamının programının bu haftaki ana konu başlıkları bu idi. NBA Stüdyo'da geçen seneye göre pozitif bir gelişme yayın saatinin ileriye alınmasına rağmen uzayan süresi idi. Yaklaşık 1.5 saat sürüyor artık program. Gece maçlarını beklemekten bünye biraz alışık bu geç saatlere ancak şimdi de içerik konusunda soru işaretleri oluştu kafamda. Yukarıda saydığım magazinsel konular programın çoğunu işgal etti bu gece. Her 3'ünün de basketbol bilgilerine sonsuz saygı duymak ile beraber umarım içerik konusunda moderatör Murat Kosova ilerleyen haftalarda bir ayar çeker amiyane tabir ile. Yoksa konuların bu kadar basketbol dışına kaymasını, program saatinin gece yarısına çekilmesi ile beraber ortaya çıkan "Telegol" etkisine bağlamak zorunda kalacağım.

19 Kasım 2010 Cuma

Kasia

Herhangi bir spor dalında uluslararası turnuvaların ardından yerel arenaya dönmek zor gelir izleyiciye. Örneğin yazın Güney Afrika'nın ardından ne yavan gelmişti UEFA ön eleme maçlarını izlemek. Bu akşam da daha bir hafta önce sona eren Dünya Voleybol Şampiyonası'nın ardından Süper Kupa finali ile başladı Bayanlar Voleybol sezonu ve bu ilk maç da çok zevk vermedi açıkçası. Sezonun sadece Türkiye'de değil Avrupa'da da en önemli takımlarından biri Fenerbahçe Acıbadem ve destansı ismi ile sponsor zengini Vakıfbank Güneş Sigorta Türk Telekom karşı karşıya geldi Burhan Felek'in "premier" gecesinde. Dünya Şampiyonası'ndan hem yerli hem yabancı bir çok tanıdık isim vardı sahada. Biraz da oyuncuların çok yorgun olması sebebi ile çekişmesiz ve uzun rallilerin olmadığı bir maç izledik. Yani isminin altında kaliteye sahip bir mücadele oldu. Fenerbahçe bir set vermesine rağmen özellikle 2. sette rakibini nakavt etti adeta. Sonuç 3-1 ve Fenerbahçe muhtemelen kupa koleksiyonu yapacağı sezonu kazanarak açtı. Geçen sezon ligde "herşeyi" kazanan Fenerbahçe'nin antrenörü Jean de Brandt takımdan gönderilirken olan durumu bir nevi geçen sezonki Real Madrid'de yaşanan "Pellegrini" vakası ile benzeştirebiliriz. En iyi olduğuna inanılan bir takım kuruldu ve en tepede olmak istediler haliyle. Ancak Şampiyonlar Ligi finalinde yine Bergamo'ya kaybedince Brand'ın felsefesi fazla yumuşak bulundu ve yerine onun tam tersi bir karakterde olan, tam bir "winner" Ze Roberto getirildi. Ze Roberto Brezilya'nın efsanevi antrenörü ve benim izlediğim Brezilya maçlarında kenar yönetim tam bir gerilim filmi gibi olur her zaman. Hırslı, sert ve daima kazanmak isteyen bir adam...Sonuç olarak Fenerbahçe Acıbadem yönetimi eksik olan parça olarak kenar yönetimini gösterdi ve bu hamleyi yaptı.

Diğer hamlelerden en önemlisini ise, bir önceki voleybol yazısında olduğu gibi bu yazıyı da yine görsel bir şölen ile bitirmek adına Katarzyna Skowronska olarak seçiyorum. 2003 ve 2005'de Avrupa Şampiyonu olan Polonya'nın en etkili oyuncusuydu. Her ne kadar biz onu antrenörü ile olan sorunları yüzünden geçen hafta biten turnuvada izleyemesek de bu akşamki maç Türkiye'ye önemli bir oyuncunun geldiğini kendi gözlerimle görmemi sağladı.

Resimlerine göz atmadan geçmeyelim:). Son kare biraz hayal kırıklığı olsa da...






Nani şov!

Çarşamba akşamından akılda kalan en önemli kare Ronaldo'nun sayılmayan golü oldu. Soldan klasik driplinglerinden biri ile İspanya ceza alanına girdi, ardından Pique'yi uzaya gönderdi, akabinde zarif bir bilek hareketi ve inanılmaz bir son vuruş...Ama bu solo performansı baltalayan bir adam vardı o gece. O da Manchester'lı Nani idi...

Nani maç sonunda, ofsaytta olduğunu farketmediğini söyledi Ronaldo'dan da özür dileyerek ama bir sormak lazım yine de Nani'ye. Sen de aynen bizim gibi bu hareketleri ağzını açarak izledin. Tek farkımız biz TV başında sen ise Ronaldo'ya birkaç metre mesafedeydin. Gol olmayacak olsa bile bırakamaz mıydın o top kendi kaderini kendi çizsin.

Nani bana hep Ronaldo'nun yerinde gözü olan bir adam gibi gelmiştir. Hani Manchester'da da o gitsin de ben kendi şovuma başlayayım diye bekler durur gibi gelirdi. Şimdi bu mükemmel golü dinamitlemesi de çok manidar geldi bana. Gerçi Ronaldo maç içinde ne kadar delirse de maç sonu açıklamasında Nani'nin topa içeride dokunduğunu ima edip suçu yan hakeme yüklemeyi tercih etmiş. Bir nevi öfkesini başka bir objeye yöneltmiş. Hani birine vurmak istersin ama gidip sandalye ya da ne bileyim vazo kırarsın ya o hesap!

Linkten izleyebilirsiniz Nani şovu!

http://www.youtube.com/watch?v=NaX8NTtkllw

Misimovic hasta mı?

Galatasaray'ın resmi sitesinden Misimovic'in A2 takımına gönderilmesi ile ilgili açıklama şöyle: "Oyuncumuz Zvjezdan Misimovic’in kulübümüzün arzuladığı performans taleplerine karşı, tamamen olumsuz davranışlarından; antrenman ve maçlarda sergilediği tavırlar, azimli çalışmaması, konsantrasyon eksikliği, dikkatsizliği ve teknik-taktik disiplinsizliğinden dolayı; A Takım kadrosunun dışında bırakılmasına karar verilmiştir"  

Kulüp elbette mantıklı bir açıklama yapmak zorunda kağıt üstünde en değerli oyuncularını neden kadro dışı bıraktığına dair. Ama bu açıklama ile öyle çok günah yüklenmiş ki Misimovic'in üzerine insanın "hadi ordan" diyesi geliyor. Teker teker bakalım...

Kulübün arzuladığı performans taleplerine karşın takınılan "olumsuz tavırlar"'dan bahsedilmiş. Yani bu kulübün yöneticileri ve teknik adamı kötü performans sergileyen bir oyuncusuna bunun sebeplerini sorunca karşılığında olumsuz tavırlar görmüşler. Bahsi geçen oyuncu yıllarca Bundesliga'da oynamış ve nispeten iyi bir kariyere sahip. Bayern Münih altyapısında yetişmiş ve futbol hayatının tamamı Almanya'da geçmiş. Yani onu yarı-Alman olarak da nitelendirebiliriz. Almanlardan çürük elma çıkmaz demiyorum tabi ama ben Misimovic'in Bundesliga'da herhangi bir olumsuz tavrı yüzünden kadro dışı kaldığını ya da cezalandırıldığını duymadım. Lincoln'den bu tavırları beklersiniz, vakti zamanında Trabzon'a yolu düşen Marcelinho'dan bunu beklersiniz ancak Misimovic'in yukarıda teker teker sayılan günahlarının hepsini birden bu kısa sürede işlediğine inanmak biraz zor açıkçası.

Saha içi ve antrenmanlardaki isteksiz hareketler, yeteri kadar hırslı ve azimli olmamak, dikkat eksikliği, vs.vs...Bunların hepsini artarda sıralayınca Misimovic'in bilinmeyen bir hastalığı varmış hissine kapılıyor insan değil mi! Her şeyden önce madem bu adam geldiğinden beri bu kadar isteksiz neden tüm maçlarda sahada idi? Arada dinlendirilmesi ya da sorgulanması gerekmez miydi? Ayrıyeten basından takip ettiğim kadarı ile Misimovic de Galatasaray'a gelmek için istekli idi bu transfer söylentileri ilk çıktığında. Onu çok isteyen Schalke'ye gitmek istemediğini kendi ağzından duymuştuk. 3-4 aylık kısa bir süreçte bu kadar çabuk pes etmesi de sadece onun günahı olamaz.

Son olarak da teknik-taktik disiplinsizlikten söz edilmiş. Misimovic'i transfer ederken mutlaka bu transfere karar verenler oyuncunun en etkili sezonunu nasıl oynadığını ya da kısaca oyuncunun teknik analizini, kulübe hangi şartlar altında neler verebileceği hakkında beyin fırtınası yapmıştır elbette (yapmış mıdır?). Gerçi bir kulübe bu derece maliyetli bir oyuncunun, bu derecek beklenti içine girilecek bir oyuncunun ve takımın başaktörü olması istenen bir oyuncunun transfer edilme zamanı transferin son günü olmaması lazım. Oyuncunun maliyetini düşürme, pürüzleri giderme gibi bahaneler bana çok inandırıcı gelmez hiç bir zaman. Neyse ilk cümlelerimize dönersek bu teknik-taktik disiplinsizlikte de ben kulübe hak veremiyorum. Çünkü Misimovic geldiğinden beri takım da hiç bir zaman iyi olmadı. Yanında oynayabileeği bir Arda, önünde pas atabileceği bir Baros bulamadı. Yani oyuncunun performansını bir bütün içinde değerlendirmek lazım. Misimovic bu teknik-taktik disiplinsizlik içinde iken arkasındaki Sarp-Ayhan-Barış acaba ona ne kadar yardım ettiler. Ya da Misimovic önünde pas atacak bir santrfor neden bulamadı? Ya da en gerideki Servet'in şahsi hatalarından kaybedilen bir kaç maçın faturası da mı bu yukarıdaki paragrafın içine gömüldü? Hagi döneminden hiç bahsetmek istemiyorum çünkü futbol hayatının herhangi bir döneminde sol çizgide ve üstelik defansif görevler yüklenen bir pozisyonda oynamamış bir oyuncuyu taktik disiplinsizlik ile suçlamak mantıksızca bir hareket olmuş. Bu kararda Hagi'nin de parmağı olduğu bilindiğine göre, bu mazeret silsilesinin içinde bu son cümleler tamamiyle saçmalıktan ibaret olmuş bana göre. Hatta Misimovic'in en iyi maçını da Hagi'nin ilk maçı olan Fenerbahçe maçı olarak hatırlarız. Yine sol çizgiye yakın oynadığı ve buna rağmen normalin üstünde bir mücadele ve azim gösterek oynadığı bir maçtı.

Bütün bu olaylar içinde Misimovic'in kontratı ile ilgili detaylar ise hala sır. Hagi'nin geçen hafta demecinde kullandığı "kiralık" kelimesi mecazen yani "emaneten oynayan" anlamında mı kullanıldı yoksa gerçekten kontratın detaylarında iddia edildiği gibi Mayıs ayında Galatasaray'ın tek senelik ücreti karşılığında herhangi bir bonservis ödemeden kontratı feshedebilme hakkı var mı o da muamma.

Sonuç olarak Türkiye'ye yine büyük beklentiler ile bir yıldız gelmişti ama yine yönetici-teknik adam beceriksizlikleri ile verim alınamadan yollanıyor ve biz yine mahrumuz böyle bir yıldızı ağız tadı ile seyretmekten. Tıpkı Ailton gibi, tıpkı Ortega gibi, tıpkı Anelka gibi, tıpkı Marcelinho gibi...

18 Kasım 2010 Perşembe

Meşale'nin anlattıkları...


İkinci yarıda sahaya atılan 5 ya da 6. meşalede tam hatırlamıyorum orta hakem Victor Kassai takım kaptanı Hamit'i çağırdı yanına ve takımının seyircilerini uyarması için kale arkası tribünlerine yolladı. O an benim hissettiğim duygu tam su katılmamış bir utançtı. Ama bu utancın sebebi sahaya meşale atılması değildi artık çünkü bunları ve daha fazlasını daha önce de gördük ve yaşadık. Benim utancımın sebebi, bu taşkınlığın sebepsiz yere, bir hazırlık karşılaşmasında yani bir puan mücadelesi veya eleme maçı olmayan bir karşılaşmada ve oyun içinde ortada kötüye giden bir hakem yönetimi, bireysel oyuncu performansı veya takım performansı yok iken yapılmasıydı. Yanlış anlaşılmasın elbette bu söylediklerim de sahaya bir şeyler atmak için asla sebep olamaz ama izlerken, konuşurken ya da yazarken beynimizin bir köşesi olayları mantık çerçevesine oturtmak için bunları kullanır. Eylemi yapanları haklı çıkarmak için değil, sadece "neden" sorusuna cevap bulurken kullanmak için...Velhasıl dün akşam yeni bir takımla, bir hazırlık karşılaşmasında, belki biz Türkler'in Brezilya'dan sonra en sevdiği "bizden" olmayan takım olan Hollanda önünde sadece 1-0 gerideyiz ve üstelik fena da oynamıyoruz ama sahaya anlamsızca meşaleler atılıyor. Saçma da olsa tribündeki bu adamları motive eden bir şeyler olmalı diye düşünüyorum ama bulamıyorum. İşte bu cevapsızlık yüzünden utanıyorum. Akılsızlığımızdan utanıyorum. Mantıksızlığımızdan utanıyorum.

Saha içinden birkaç kelam etmek gerekir ise Hiddink'in bu test maçını, yeni yüzlerin iştahı ve dinamikliği anlamında geçer not aldığı ama oynanmak istenen futbol ve felsefe anlamında vasatın üstüne çıkamadığımız bir sınav olarak  değerlendirebilirim. Hücumda en etkin olduğumuz periyot ikinci yarıda yenilen golün ardından Umut'un net kafa vuruşunun Skatelenburg tarafında kurtarıldığı, akabinde bir korner ve bir serbest vuruş ile rakip kalede tehlikeli olduğumuz anlardı. Yani organize hücum ile, defansı öne çıkararak, kısa paslar ile rakip sahada birikip bulduğumuz pozisyonlar değildi bunlar. Ama bu kadar yeni isimler ile anlaşılabilecek bir durum bu. Oturtulmak istenen felsefeden ziyade yeni yüzlerin Milli Takım ortamını görmesi ve bizim de bu yeni yüzlere aşinalığımız açısından önemliydi.

Bu maç bu kadar yeni ismin aynı anda sahada olması açısından bir istisnaydı tabi. Beklenilen yeniden yapılanma sürecinde eski kadrodan isimler olacaktır ilerleyen dönemlerde ve olması da gerekir. Önemli olan bahara kadar geçilecek bu test sürecinde, süzgecin üstünde kimlerin kalabileceğidir. Dün akşamdan akılda kalan bireysel performanslara kısaca bakmak gerekir ise Serdar Kesimal'ın, Burak Yılmaz'ın ve oyunda kaldığı az sürede Engin Baytar'ın oyunları dikkat çekiciydi. Serdar'ın 21 yaşına rağmen, Almanya alt yapısının da etkisi ile disiplinli  ve soğukkanlı oyun karakteri önemli. İsmail yenilen golde önemli bir hata yaptı ve akabinde oyundan koptu. Mevcut potansiyeli ve üstüne koyabilecekleri düşünülürse ısrar edilmeli. Ama umarım gelişim süreci Sabri'ninkine benzemez. Zira şu an onu çok andırıyor. Yani bundan 4-5 sene sonra elimizde yetenekli olduğunu bildiğimiz ama gelişim konusunda yavaş ve yetersiz kaldığı için ilerde "mevkisiz" olacak bir sol kanat oyuncusu olmaz umarım. Bana göre İsmail pozisyon bilgisini ve kafa yapısını geliştirebilirse iyi bir bek olacaktır. Nuri ve Selçuk ise birbirleri ile uyumlu idi ama takımın kalanı ile aynı şeyi söylemek mümkün değil. Ama dediğim gibi beklemek lazım, zaman lazım...Burak Yılmaz kolektif oyuna ve pas trafiğine katılma iştahı içinde ve onun adına olumlu bir referans ilerleyen süreç adına. Engin oyunda olduğu kısıtlı zamanda iki iyi kanat organizasyonuna imza attı ve Hiddink'in kafasına kendi adına bir çentik attı. Mehmet Ekici için de şu an birşey söylemek erken olur. Ancak ilerleyen zamanlarda bu takımın önemli bir parçası olacaktır. Yalnız dün akşam sol iç gibi oynatıldı ve biraz yadırgadı gibi yerini. Son olarak Umut'a değinmek istiyorum. Bu yeni yüzler arasında oynadığı mevkideki oyuncu kısırlığı  yüzünden oldukça fazla bir şansı var aslında ancak bu şansını biraz "akıl" ile birleştirmesi lazım. Bir dönemki Tuncay gibi her topa anlamsızca koşması ve boşa efor sarfetmesi belki de onun gol vuruşlarının neden zayıf olduğu konusunda kendisine ışık tutabilir. Umarım Şenol Güneş ile girdiği "Futbol 101" derslerinden daha çok şey öğrenir ve bu dersten getireceği AA sayesinde Milli Takım'ın kalıcı isimlerinden olur.

Yeni bir sürecin startı için olması gerektiği gibi bir karşılaşma oldu. Muhteşem bir performans ya da yenilecek 5 gol de fazla bir anlam taşımazdı dün akşam için. Elde bir puzzle var ve bu puzzledan anlamlı bir şekil çıkmasını istiyoruz. Sanırım bu puzzle'ın eksik parçası da bizim yurtdışı seyirci profilimiz olacak. Yıllardır "gurbetçi" sıfatı altında şirin bir maske takılmaya çalışılan bu grup umarım bizim adımıza daha fazla utanç kaynağı olmaz.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Fransa'da bir yalnız adam: Laurent Blanc


Forwards: Gameiro (Lorient), Hoarau (Paris St Germain), Benzema (Real Madrid), Remy (Marseille), Payet (St Etienne), Valbuena (Marseille)

Midfielders: A. Diarra (Bordeaux), M’Vila (Rennes), Malouda (Chelsea), Gourcuff (Lyon), Nasri (Arsenal), Cabaye (Lille)
Defenders: Sagna (Arsenal), Clichy (Arsenal), Rami (Lille), Mexes (Roma), Sakho (Paris St Germain), Abidal (Barcelona), Reveillere (Lyon)
Goalkeepers: Lloris (Lyon), Mandanda (Marseille), Carrosso (Bordeaux)

Yeniden yapılanma sürecinde olan tek ülke biz değiliz futbolda. Lauren Blanc'ın Fransa'sı da üst üste gelen başarısızlıkların ardından futbollarını ve imajlarını düzeltme çabasında. Özellikle son Dünya Kupası'ndaki başarısızlığın üstüne bir de kendilerini bütün dünyaya rezil eden malum olay ve disiplinsizlikler eklenince, Domenech sonrası dönem için Laurent Blanc futbolun başına getirilmişti yeniden yapılanma adına. Domenech'in de büyük katkıları ile Fransa'da neredeyse en çok nefret edilen kurum haline gelmişti Milli Takım Güney Afrika sonrası. Federasyon da Blanc'a hem takımı hem de kaybettikleri saygınlığı geri getirmesi için tam yetki verdi.

Blanc'ın Fransa'sı da eleme gruplarına çok iyi bir başlangıç yaptı diyemeyiz ancak son 3 maçta alınan 9 puan onları biraz toparladı. Çarşamba akşamı adı hazırlık maçı olsa bile önemli bir sınav verecekler Wembley'de İngiltere önünde. Blanc'ın geçen hafta yaptığı açıklama ise Zidane'lı döneme gönderme yaparcasına anlamlıydı aslında. Ellerinde Ribery ve Malouda dışında üst düzey oyuncuları olmadığını söyledi basına. Haklıydı da...Yukarıda yazdığım bu maçın kadrosuna bakılınca daha iyi anlaşılacaktır. Özellikle 2000 sonrası bütün büyük turnuvalarda gol atma sıkıntısı çeken bu takımın ileri ucunda büyük bir kısırlık var. Hatırlarsınız 98 öncesi yani Trezeguet/Henry öncesi dönemde de Fransa'dan bir golcü söyle desek kimse aklımıza gelmezdi Papen'in bırakmasının ardından. Hatta 98'i bile ismini bugün kimsenin hatırlamadığı Stephen Guivarch ile oynamışlardı. Ama o takımın Zidane'ı vardı. Bugün ise bu takımın gol yükünü çekmesi beklenen Benzema, Lyon sonrası gol atmayı unutunca bu problem iyice açığa çıktı.

Blanc her ne kadar elinde yıldızlar olmadığına inansa da bu takımı toparlayacak tek adam gibi gözüküyor. Ama bu oyuncu kalitesi onun en büyük dezavantajı. Şu an Fransa liginin parlayan isimlerine umutlarını bağlamış gibi. Bakalım ne kadar başarılı olabilecek bu yolda yalnız adam...

Zincirkıran


Malum STSL'de bu sene 12 hafta sonunda ligin ilk 3 sırasını "3 büyükler" dışındaki takımlar ele geçirmiş durumda. Geçmiş yıllarda ara ara diğer takımlardan bu seviyelere sızmalar olsa da benim futbol izleyicisi olarak kariyerimde ilk kez böyle bir tablo karşıma çıkıyor. Çok mu şaşırtıcı? Asla...Çünkü futbol da kendi dinamikleri olan, değişen, değiştiren ve çok fazla parametrenin etkisi altında olan bir olgu. Dolayısı ile kağıt üstünde her şeyi doğru yaptığınızı düşünseniz dahi formsuzluk ve sakatlık gibi nispeten sizin kontrolünüz altında olmayan bazı gelişmeler de takımların gidişatını etkiler. Ya da tamamen sizin inisiyatifinizde olan sezon başı planlamalarında yapıldığı gibi bazı temel öğelerde yanlışlıklar yaptığınızı sonradan fark edersiniz. Evet belki Türkiye için şaşırtıcı bir sıralama olabilir bu ama Avrupa'nın önemli liglerine bakınca da kimisinde araya sızan bazı alt seviye takımlar, kimisinde de bizdeki gibi zirveyi tamamen ele geçirmiş lokomotif olmayan takımları görüyoruz bu sene.

Premier Lig bu seneye de Chelsea ve Manchester United fırtınası ile girdi. İlk 5'de kendine yer bulan tek sürpriz takım Bolton şu anda. Bunda elbette Liverpool'un kötü performansı da etkili ama yine de bu zincirin kırılmasının en güç olduğu lig olan Premier Lig'de Bolton gibi geçen sene diplerde olan bir takımın bu seviyede kalabilmesi dikkat çekici.

Bundesliga ise artık alıştığımız gibi her sene farklı başrol oyuncuları çıkarma alışkanlığını bu sene de devam ettiriyor. Son yıllarda Stuttgart, Wolfsburg ya da Leverkusen örneklerinde olduğu gibi bu sene de yıllar sonra başat oynayan bir takım çıktı ortaya. Genç kadrosu ile Dortmund bu sene zirveyi ele geçirdi ve de müthiş bir futbol oynuyorlar. Yine sezona 7'de 7 yaparak başlayan Mainz ve zirvenin hemen eteğinde dolaşan Hoffenhaim de Bayern Münih/Schalke/Werder Bremen zincirini kıran diğer takımlar oldu. Mainz rüya gibi bir başlangıç yapmıştı ama bu seriyi devam ettirmesi diğerlerine oranla zor gözüküyor. 2 sene önce devre arasına lider giren ama o zamanki süper golcüleri Ibisevic'i devre arasında sakatlığa kurban veren Hoffenhaim bu seviyelerin nasıl oynandığını biliyor ve şampiyonluğu yaza kadar zorlamaları sürpriz olmaz.

Serie A ise Lazio ve Napoli gibi yıllar sonra dirilen iki efsane takım ile daha güzel oldu bu sene. Son 5 yılda Juventus ve Milan'ın çeşitli sebeplerle arenadan çekilmeleri, Inter'i zorlayan tek takım olarak Roma'nın kalması tadını kaçırmıştı ligin ancak bu sene güçleri birbirine yakın 4-5 takım var üst sıralarda.

Hollanda'da Twente ve Alkmaar son birkaç yılda olduğu gibi yine zirvedeler. Van Gaal Alkmaar'da bir ekol yarattı ve takımı öyle bıraktı. Twente ise Steve McLaren ile şampiyonluk mücadelesi nedir onu öğrendi ve şimdi her ikisi de bu öğretiler ile yollarına devam ediyorlar. Yani Eredivisie'de de sadece PSV ve Ajax'ın borusu ötmüyor artık.

La Liga ise bildiğimiz gibi... Real ve Barcelona'yı mevcut koşullarda zorlayacak bir takım çıkması imkansıza yakın. Hatta diğer ligler kendi aralarında bir takım yapıp çıkarsalar bu ikisinin arasına sızabilirler mi o bile muamma. Ciddi anlamda fark açılmaya başladı bu iki takım ile kalanlar arasında. Diğer takımların Real ve Barca önündeki tek planları sertlik olmaya başladı. Örneğin dün akşam oynanan Gijon-Real karşılaşması...Gijon Real'i durdurmak için inanılmaz sert ve güce ayalı bir futbol oynadı. Neredeyse her pozisyonda, her ikili mücadelede vücut vücuda temasa girdiler rakiple. Ama kadrolar arasında öyle büyük bir fark var ki sallasalar da yıkamıyorlar bu iki devi. Sevilla ise Juande Ramos sonrası ve yıldızlarını satmasının ardından eski gücünde değil. Valencia da ekonomik sorunları yüzünden bu sene küçülmeye gitti bilindiği gibi. Zaten bir La Liga alışkanlığı olarak zirveyi zorlayan bu takımlar yıldız oyuncularını dışarıya değil, ya Real'e ya da Barca'ya satıyorlar. Alves, Keita, Ramos, Villa aklıma gelen birkaç örnek. Dolayısı ile fark her geçen gün açılıyor.

Portekiz'de de resim çok farklı değil. Porto bu sene geçen senelere oranla kadro olarak daha zayıf gözükse de farkı daha da açtı. Guimares 3'lünün arasına giren tek takım an itibari ile.

Fransa ise sezonun en sürpriz ligi. Bir bakıma bizim ikiz kardeşimiz. Yıllardır süregelen Lyon hegemonyasını kıran Marsilya ve Bordoux da bu sene Lyon gibi ilk 5'in dışında kaldılar. Lider ise sürpriz bir takım Brest. Yine Lille ve Montpellier de piyangodan çıkan diğer iki takım!

Belçika'yı ise Anderlecht ve Brugge'den ibaret biliriz değil mi? Ama şu anki lider ise Genk.

Görüldüğü gibi zincirlerini kıran tek lig bizimkisi değil. Yani ortalığı velveleye verecek kadar şaşırtıcı bir sıralama yok karşımızda. "Bu bütçelerle, bu kadrolarla..." diye başlayan cümleler altyapısı olmayan boş fikirlerden ve analizlerden öte geçmeyen cümleler oldu artık. Futbol kağıdın ve ofislerin dışına taşan bambaşka bir oyun olmaya başladı. Bu ülkedeki oyunun tek zevk kaynağı "3 büyükler" değil artık. Her ne kadar ortada oynanan aman aman bir oyun olmasa da...

Ibrahimovic'in oyun parkı

Mourinho Inter'in başında olduğu 3 sezon boyunca zaman zaman fazla defansif futbol oynattığı gerekçesi ile eleştirilmişti. Geçen sezon o 3'lemeyi yapmasa belki de çoktan hakettiği iade-i itibar gelmeyecekti. Bu akşam Milano derbisini izlerken hatıralarda sadece geçen sezonki meşhur "Nou Camp müdafaası" ile eleştirilen Mourinho'yu bir kez daha anmış oldum. Portekizli son yılların en "sempatik" takımı önünde kazanmak istediği için acımasızca suçlanmıştı futbolu katletti diye. Bu akşam ise Benitez'in sözde "hücumcu" Inter'i, Mourinho'nun "defansif" Inter'i kadar bile olamadı son yarım saati 10 kişi oynayan rakibi Milan önünde. Gol atmak bir yana ciddi bir pozisyon bile bulamadılar.

Benitez, Mourinho'dan farklı şeyler yapmaya çalışıyor besbelli. Bu da oldukça normal aslında. Ama bu fark yaratma çabası takıntı haline gelmeye başlamış gibi geldi bana. Özellikle o disiplinli ve aman vermeyen orta saha kurgusu bozulmuş. Cambiasso, ki bu kurgunun bana göre en önemli parçasıydı, Benitez'in A planları içerisinde yer almıyor. Bu akşam da zorunlu bir değişikliğe gitme durumunda dahi onu düşünmedi. Sakatlanan Obi'nin yerine aslında ilk etapta Cambiasso soyunmuştu kenarda ama son saniyede fikrini değiştirdi Benitez. Bir oyuncuyu kaybetmek için bundan daha yerinde bir hamle yapamazsınız sanırım! Ayrıca böyle bir maça kalede Julio Cesar yerine Castellazi tercihi ve yine orta sahada Obi tercihi de bu farklılaştırma takıntısının bir sonucu gibi geldi bana.

Milan ise çocukluğumuzdan beri ezbere saydığımız Seedorf-Ambrosini-Gattuso orta sahası ile dirençli ve İbrahimovic'in kişisel becerileri ne kadar elverirse o kadar yaratıcı bir takım. Allegri bu takıma farklı ve özgün bir felsefe getirmemiş. Sadece İbrahimovic'in yıldızlaşması için uygun bir laboratuvar yaratmış. Pirlo yerine Flamini tercihini de değişik bir şey yapmış olayım diye mi yapmış bilmiyorum ama Pirlo yaratıcılık konusunda özürlü olan bu takım için elzemdir bana kalırsa. Takımın 3 yıldız Brezilyalısından Robinho sadece bedenen sahada, Ronaldinho kulübede Brezilya'ya dönüş için gün sayıyor, Pato ise her zamanki gibi sakat. Takım tamamen Ibrahimovic'in ayağına bakıyor. İbra, İtalya'da sınıfın en çalışkan öğrencisi iken okul değiştirdi ve gittiği okulda baktı ki herkes kendisi gibi ve hatta daha iyi, o da mücadele etmek yerine geri döndü ve artık Milano farklı bir forma ile ama yine onun oyun parkı oldu. İstediği gibi oynuyor, istediği kadar şımarabiliyor. Babası (Berlusconi) ve öğretmeni (Allegri) onu kendi başına bırakıyor. Gün onun günü ise ne ala. Ancak Ibra'nın başına bir şey gelirse Milan geçen seneki haline dönecekmiş gibi duruyor şu an.

İsmim "3 büyükler". Ben bir bağımlıyım...

Lig sıralamasında bu kadar hafta sonra ilk 3'te ik kez "3 büyükler" 'den biri yer almıyor klişelerinden öte ligin bu ilginç sıralaması ile ilgili göze batan ve bu farkı açıklayabilecek bir ayrıntı var. O da Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray'ın sezon başında rakiplerine kağıt üstünde fark atan kadrolarının aslında teker teker "bağımlı" kadrolar olmaları.

Rakamlara ve ayrıntıya girmeden Beşiktaş'ın Guti&Quaresma (bazen Bobo), Fenerbahçe'nin Niang&Emre ve Galatasaray'ın Arda&Baros bağımlısı olan kadroları, sezon başında bu kadroların belirlenmesinde rol oynayan yöneticileri ve ayrıca bu "bağımlılığı" sezon içinde kıramayan teknik adamları tam anlamı ile sınıfta kalmıştır. Sezon başında öve öve bitirilemeyen transferler, ligin marka değeri safsataları, 3 büyüklerin kopup gideceği yalanları ik yarının sonları yaklaşırken komik bir anı olarak hatıralarımızda yer aldı.

Aslında bu tespiti yaparken ligin ilk 3 takımına bakmak da yeterli olacaktır. Bugün Trabzon'dan hangi oyuncuyu çıkarsanız o tribünlerden "ah vah" sesleri çıkar acaba? Umut mu, Jaja mı, Selçuk mu, Colman mı? Takımın yıldız statüsündeki iki adamı (Yattara&Alanzinho) şu an ideal 11'de yerlerini Engin&Burak ikilisine vermiş durumdalar. Trabzonspor bir "bağımlı" değil. Kayserispor sezon başında en önemli kozu Cangele'yi uzun süreliğine kaybetti. Açıkçası ben onun eksikliğinin Kayseri'yi çok etkileyeceğini düşünmüştüm ama yanıldım. Çünkü Kayseri de bir "bağımlı" değil. Şota onun boşluğunu şu veya bu hamleler ile doldurdu diyemeyeceğim çünkü Kayseri'nin felsefesinde bir oyuncudan doğacak boşluk diye bir kavram yok. Bursa ise 2-3 haftada bir Avrupa sendromu yaşadığı ve ara ara Volkan&Sercan&yabancı transferler problemleri kaşındığı halde yine de bir "bağımlı" değil. Çünkü Ertuğrul Sağlam'ın felsefesi de birilerine bağımlı olmaktan uzak duran bir felsefe. Her ne kadar yaptığı transferler eleştirilse de prensip olarak doğru bir düşüncedir mevcut kadroyu derinleştirme düşüncesi. Oyuncu seçimleri eleştirilebilir ancak mantık doğrudur. Aralarında inanılmaz farklar bulunmayan derin bir kadro idi hedefi Ertuğrul Sağlam'ın. Nunez ya da Steinert, Sercan ve Volkan kadar olmadı bu takıma diye bu felsefeyi dinamitlemek zorunda değiliz. Amaç belli. "Bağımlı olmamak..."

Beşiktaş Quaresma'yı sakatlığa kurban verince hücum melekelerini kaybetti. Galatasaray Arda ve Baros olmadan "sıradan" bir takım oldu diye eleştiriliyor. Fenerbahçe'de Emre oynamayınca orta sahadan öne top gitmiyor. Elbette medyada yer alan her eleştiri yada taraftardan çıkan her sesin arkasından gidip bu yorumu yapmıyorum. Ama yukarıda saydığım 3 yargı eğer genel bir kamuoyu yargısına dönüşmüş ise bunda biraz da haklılık payı vardır. "Schuster oyunun boyunu kısaltıyor, defansı öne çıkarıyor", "Rijkaard (hala buradayken) ayağa bol pas yaptırarak hücum ettiriyor" ya da "Aykut kanatları kullandırıp hızlı oynattırıyor"...Evet bunların hepsi doğru ve gerçekten 3 büyükler (Hagi'li Galatasaray hariç) kabuk değiştirme sancıları içinde kıvranıyor. Ama sistemler değişirken, tek tek isimlere bu kadar bağımlılık vitrinde hoş durmuyor. Arda varken, Quaresma varken, Emre varken 10/10, bu isimler yokken 10/0...Bu kadar dengesizlik değişim sancıları ile açıklanamaz, açıklanmamalı. Aksi halde Şenol Güneş'e, Şota'ya ve Ertuğrul Sağlam'a büyük haksızlık yaparız.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Klopp'un çocukları!


Shinji Kagawa (21), Mats Hummels (22), Kevin Grosskreutz (22), Sven Bender (21), Marcel Schmelzer (22), Neven Subotic (22), Mario Götze (18) ve Nuri Şahin (22)...Nuri ve belki de Subotic dışında kalanların ismini Dortmund'un bu sezon gösterdiği olağanüstü performans sayesinde duyduk çoğumuz. Parantez içinde yazdığım yaşlarının çok çok üstünde bir futbol oynuyorlar bu sezon. Bundesliga'da 12. hafta oynanırken Kagawa, Hummels, Grosskreuts, Schmelzer, Subotic ve Nuri tüm maçlarda görev aldılar şu ana kadar. Bu kadrodan üç oyuncuyu (Götze, Hummels ve Grosskreutz) da Löw tarafından geçen hafta açıklanan Milli Takım kadrosuna çağrıldılar.

Dün akşam Hamburg önünde yine şov yaptı Jurgen Klopp'un takımı. Sürekli öne oynayan, çok iyi kanat oyuncularına ve dolayısı ile kanat organizasyonlarına sahip, hızlı ve disiplinli bir takım olmuş Dortmund. Nuri'nin olgunlaşmış oyunu ve liderliğinde özellikle Götze ve Grosskreutz'un kanatlarda, Kagawa'nın ise ortada hücum organizasyonlarını şekillendirdiği bir oyun ve bununla beraber ortaya çıkan 12 maçta 31 puanlık bir performans. Lukas Barrios ile buldukları ikinci gole bir gözatıverin aşağıdaki linkten. Ne demek istediğimi anlayacaksınız...

http://www.youtube.com/watch?v=sBpoMh7Tim8

12 Kasım 2010 Cuma

Yepyeni bir "Milli" Analiz

Uzun zamandır merakla beklenen A Milli Takım'ın Hollanda ile oynayacağı hazırlık karşılaşmasının kadrosu açıklandı. Hiddink'le yeni dönemin ilk ipuçlarını da biraz öğrenmiş olduk. A Milliler ile beraber, maç yapmaksızın 3 günlük bir kamp sürecinden geçecek olan A2'ler ve İtalya ile özel bir maç yapacak olan Ümit Milliler'in kadroları da bugün açıklandı. Bu kadrodan bazı anlamlar çıkarmak da mümkün elbette. "Milli" analize en üstten başlayalım.

Hiddink'in kaleci mevkiinde aklında herhangi bir soru işareti olmamalı ki 1 (Volkan) ve 2 (Onur) numaralı kaleciler ile yola devam etmiş. Ufuk'u da Milli Takım'a ısındırmak için kadroya dahil etmiş gibi gözüküyor. Sinan Bolat'ın bu kez de kadroda olmamasını ben yadırgadım. Buradan çıkan sonuç da Sinan'ın uzun vadede düşünülmediği. Sanırım o da artık tercihini Belçika yönünde kullanacaktır.

Defans hattında Hiddink'in stoper tercihleri STSL'nin son haftalardaki formda isimleri olmuş. Serdar Kesimal, İbrahim Öztürk ve son 3 haftanın yıldızı Ersan kadrodalar. Burada 3 stoperin de seri ve hamleli isimler olması Servet'in eksilerini kapatmaya yönelik bir arayış içinde olunduğunu gösteriyor. Servet bu maç için de kadroya alınmış ise belli ki ondan vazgeçilmeyecek. O zaman yanına da Ersan'ın son maçlarda çizdiği tarzda bir stoper olması gerekecek. Ben ilk etapta hem son haftalardaki formu hem de uzun vadeli planlar için yaş olarak uygunluğu ile Ersan'ın tercih edileceğini düşünüyorum. Daha önce Uğur Meleke vasıtası ile istihbaratını aldığımız İBB'li Gökhan Süzen de sol kanat için düşünülen ve denenecek isimlerden birisi. Beni şaşırtan en önemli tercihlerden birisi ie Trabzonlu Serkan Balcı'nın kadroda yer almaması oldu. Ligin şu an belki de en iyi sağ kanat oyuncusu ve birkaç sene öncesine göre de oyununu inanılmaz geliştirdi. Buna rağmen böyle bir arayış döneminde bile düşünülmemesi şaşırtıcı.

Orta sahada elbette herkesin beklediği isim Nürnberg'li Mehmet Ekici başta olmak üzere yeni isimler mevcut. Herkes gibi ben de merakla bekliyorum Mehmet'i. Nürnberg'deki üstün formu ve seneye olası bir Bayern Münih geri dönüşü bizi heyecanlandırıyor. En çok ihtiyacımız olan bölgeye bu sene Bundesliga'nın tozunu attıran Nuri ile beraber monte edilmesi oyun anlayışımızı bir basamak ileri götürecektir. Ayrıca geçen seneki performansı ile bu daveti çoktan haketmiş Yekta Kurtuluş seçimi önemli bana kalırsa. Engin Baytar ve İbrahim Akın bu senenin en formda isimleri olsalar da Hiddink'in oynatmaya çalıştığı futbola çok yatkın isimler değiller. Her iki oyuncudaki bu büyük çıkış, komutasına girdikleri teknik adamlara ait bence. Her ikisinin de en büyük eksiği olan oyun disiplinine bağlı kalmadaki problemleri, her iki teknik adamın sabır ve güven süzgecinden geçirmiş oldukları becerileri ile bu sezon için çözülmüş gözüküyor. Ama uzun vadede bu iki oyuncunun bir Milli Takım oyuncusuna dönüşme olasılıklarını zayıf görüyorum. Yine de geride kalan oyunculara mesaj göndermek adına bu dönem için yanlış seçimler diyemem. Manisa'lı Yiğit İncedemir bana göre sürpriz bir isim. Son birkaç senedir belli bir gelişim göstermişse de topsuz oyunu kadar topla münasebetinde bir iyileşme göremedim ben. A2 kadrosundan yer alan Kayserili Abdullah ve hiç çağrılmayan yine Kayserili Furkan bu bölge için tercih edilebilecek diğer oyuncular olabilirdi. Hiddink'in çıplak göz ile de izlediği Furkan'ın, eğer herhangi bir sorunu yoksa Ümit Milli'ler için dahi tercih edilmemesi beni şaşırttı.

Hücum hattında ise Umut ve Burak'ın kadroya alınmaları bekleniyordu. Trabzon'da sezon başındaki sürpriz formuna rağmen zamanla Teofio/Umut değişikliğini bekliyordum. Umut'un dönüşü de beklenenden iyi oldu. Gol vuruşları her zaman soru işareti olsa da ileri ucumuzun statikliğini giderebilecek bir isim. Disiplinli, çalışkan, inatçı ve oyundan kopmayan bir yapısı var. Trabzon tribünlerinin o kadar tepkisine rağmen yıllardır da 10-15 gol sığdırmıştır sezon başına. Batuhan ve Kazım gibi potansiyelli ama bulanık isimler kadroda var iken Umut'u ödüllendirmemek hata olurdu.

İsimler üzerinden kısa bir özet yapmak gerekir ise:

Olumlu (uzun vadede): Serdar Kesimal, Ersan, Mehmet Ekici, Yekta, Umut
Olumlu (kısa vadede): Burak Yılmaz, İbrahim Öztürk
Neden varlar?: Kazım, Sabri
Olması gerekenler: Serkan Balcı, Furkan, Necip, Ceyhun Gülselam

Kadroda göze çarpan (bence olması gereken isimler Serkan ve Ceyhun'u da sayıyorum) Trabzon'un yakalamış olduğu rüzgardan faydalanma amacının varoluşudur. Bu isimlerin yeni dönem Milli Takım'ına düşünülmesinde Şenol Güneş etkisini azımsamamak lazım. Zira Umut, Engin ve Burak Türk futbolunda tedavülden kalkmak üzere iken Şenol Hoca'nın ellerinden tutması ile ayağa kalktılar. Nitekim kadroda olmayan Serkan ve oyununu iki üç gömlek yukarıya çeken Selçuk İnan da buraya dahil edilebilirler. 2002'den sonra gittiği sürgünden tamamen yenilenmiş ve olgunlaşmış bir teknik adam olarak geri dönen Güneş, şimdi de Türk futbolundaki "recycling" işlevini layıkı ile yerine getiriyor. Eğer biz bundan sonra bir şekilde Selçuk, Burak, Umut ve Engin'i konuşacaksak bu tamamen onun eseri olacaktır.

Abdullah Avcı, Şenol Güneş ve Ertuğrul Sağlam destekli ve Hiddink'in liderlik ettiği bu yeni sürecin ilk adımlarını büyük atarız umarım Hollanda önünde 17 Kasım akşamı.