28 Şubat 2010 Pazar

Uçak doğru adrese inmiş!



Başkan Laporta'nın İbrahimovic transferini nasıl gerçekleştirdiğine dair bir haber vardı bazı sitelerde bugün. Başkanın İtalya'da bir televizyon kanalına yaptığı açıklama şu şekilde:

"Ukrayna'dan Barselona'ya dönüyordum. Dymtro Chygrynskiy transferiyle ilgili bir görüşme yapmıştım. O sırada aklımdan Pep'in Eto'o'nun yerine bir forvet oyuncusu almak istediğini hatırladım. Aklımızdaki isimler Ibrahimovic, David Villa ve Diego Forlan'dı. Milano'nun üstüne uçarken pilota uçağı şehre indirmesini söyledi. Hangi havaalanına indiğimizi hatırlamıyor. Daha sonra Moratti, beni evine davet etti. İyi ilişkilerimiz sayesinde kolayca anlaşmaya vardık"

Tabii ki bu transfer bu kadar basit bir şekilde gerçekleşmemiştir. İbra ayarında bir yıldız almak için bir uçakta karar vermekten çok daha fazlasını yapmanız gerekir ki eminim böyle de olmuştur. Zaten onun için Etoo'nun yanında bir de 45 milyon Euro vermek de bir çırpıda alınabilecek bir karar değildi. Laporta belki de bu açıklamayı biraz da güç gösterisi için de yapmış olabilir. İhtiyacı var mı derseniz, bence yok tabi ama siyasete girmeye hazırlandığına dair söylentiler var. Belki İspanya'da da bu tarz açıklamalar ile sempati toplanıyordur kimbilir.

İbrahimovic'in son maçlardaki performansı Katalanları da kendisini de çok memnun etmiyor. Dün akşamki Malaga maçında yüzündeki ifade ile bunu çok belli etti zaten. Birçok kişi onun transferini Barcelona'nın bu oyun tarzına uymayacağını öne sürerek eleştirmişti. Kimileri de hala onun Barca'yı yavaşlattığını düşünüyor. Ben bunların tamamen karşısındayım. Herşeyden önce Ibra bu takıma çok isteyerek geldi. "En iyiler Barcelona'da oynamalı" açıklaması hem onun ne kadar büyük bir egoya sahip olduğunu hem de bu takımın bir parçası olmak istediğini göstermişti. Tamamen farklı bir oyun yapısından bu sisteme geçişte de bana göre oldukça iyi bir başlangıç yaptı bu sene. Son maçlardaki düşüşü her golcünün zaman zaman içine düştüğü gol atamamanın verdiği stres ile açıklanabilir. Oyun zekası bu kadar üstün ve bu kadar yetenekli bir oyuncunun herhangi bir sisteme alışamaması gibi bir durum söz konusu olamaz kanımca.

Bu yüzden diyeceğim şudur ki, Laporta uçağını Milano'ya indirmekle doğru bir karar vermiştir. Alternatifleri Villa ve Forlan da iyi oyuncular ama "en iyi" değiller.

Kadrolu Günah Keçileri: Deniz ve Selçuk



Haftaiçi alınan Lille darbesi ve üstüste gelen sakatlıkların gölgesinde bir maça çıktı Fenerbahçe bugün. Olimpiyat stadında İBB ile gündüz maçına çıkmak herhalde bu kadar zor durumdaki bir Fenerbahe'nin en son tercih edeceği şeylerden birisiydi. Lugano'nun sakatlığı üzerine zaten sorunlu olan Bilica'nın yanında partner olarak bu kez Bekir'i denedi Daum. Önder ve Deniz'in bu bölgede çok fazla açık vermesi onu bu tercihe itmişti zorunlu olarak. Bekir'i Antep'ten ligin kalburüstü stoperlerinden biri olarak tanısak da bu sene fazla şans bulamadı yeni takımında. Bu baskı altında böylesine zor bir maçta oynamak kolay değil böyle futbolcular için. Çünkü herşey yolunda giderken değil, takım tepetaklak olmuş, sakatlıklara bir sürü kurban verilmişken akıllara gelirler. Hele Daum gibi kadro konusunda çok katı bir teknik adamınız varsa. Tabiri caizse saatli bomba Bekir'in elinde patladı, ihale onunla birlikte Selçuk'a ve Deniz'e kaldı bugünkü maçta.

Büyük takımlarda üstüste alınan bu tarz başarız sonuçlar, taraftarın da ayarını bozar. Harıl harıl günah keçisi ararlar. Fenerbahçe'de de günah keçisi bulmak hiç sorun olmuyor son birkaç yıldır. Hemen her türlü kötü gidişatta Deniz ve Selçuk suçlanıyor ve saha içinde ıslıklanıyor. Bu oyuncular kötü performans sergilemiş olabilir ama onları sezon içinde hiç hazırlamayan Daum'un hiç mi günahı yok? Özellikle Deniz, stoper, sol bek, ön libero'dan sonra bu kez de sağ açıkta denendi. Zaten yetenekleri kısıtlı olan bu oyuncuyu bu tarz bir "yama" görevinde kullanmak, onu her maçta aslanlarla aynı kafese atmaktan başka birşey değil. Geçen haftaki Guiza vakasında sınıfta kalan Daum bu kez de devre arasında ilk yarının seyirci tarafından istenmeyen adamları Deniz&Selçuk'u aldı oyundan. Üstelik ikinci yarı bu değişiklerle beraber ortaya hiç bir sistem değişikliği gibi gerçekçi bir hamle koymadı. Bir anlamda ilk yarının faturasını bu iki oyuncuya kesti. Daum'un kariyerinde bu tarz olaylara çok sık rastladık. Ancak takımın içine göz göre göre bomba atmasını bence Fenerbahçe taraftarları ve yönetim daha iyi süzebilmeli. Yoksa her başarısızlıkta aynı oyunculara yüklenmek çok anlamlı bir protesto tarzı olmuyor. Eğer bu oyuncular gerçekten bu kadar işe yaramaz olsalardı, taraftarların o çok beğendiği başkanları ve yönetimi herhalde onları yıllardan beri bu kadroda barındırmazdı. Hoş, yönetimin bu konuda taraftarlara yapıcı yönde ve oyuncuların arkasında durduklarını gösteren bir açıklama yapmaması da benim aklıma acaba Deniz ve Selçuk'u "günah keçisi" kontejyanından mı tutuyorlar kadroda sorusunu getiriyor.
Taraftarların biraz daha akıllı ve sağduyulu yaklaşması lazım bence olaya.

Maça gelirsek İBB'nin oyuna yaklaşımını sevmesem de bu tarz maçlarda çok işe yaradığını söylemek gerek. Yine önde basıp, arada rakiple oynayıp, oyunun psikolojik tarafını yine biraz "pis" bir şekilde oynayarak zaten gardı düşmüş Fenerbahçe'yi pes ettirdi. Özellike ortadaki Efe, Sylla ve Serhat Gülpınar üçlüsü nerdeyse 90 dakikanın tamamında konsantreler ve oyundan hiç düşmediler. Fazla gelmedikleri Fenerbahçe kalesine iki gol gönderdiler kontrataklarla. Özellike İskender Alın, son zamanlardaki performansları ile İbrahim Akın'ın soyunması gereken rolü kaptı diyebiliriz. Sonuçta oyuna bakış açısı bana hitap etmese de Abdullah Avcı'yı sistemine sadık kaldığı, transfer politikasını ona göre belirlediği için kutlamak lazım.

Bu skordan sonra üst tarafta Galatasaray büyük bir avantaj ile kapatabilir bu geceyi, eğer halen oynanmakta olan Kasımpaşa maçını kazanırsa. Beşiktaş da dün akşamki hayati galibiyetten sonra Fenerbahçe ve Bursaspor'u yakalamaya bir İBB maçı kadar yaklaştı. Ancak böyle bir İBB'yi Beşiktaş nasıl geçer büyük bir soru işareti. Fenerbahçe gerçekten şanssız bir dönem geçiriyor. Daum da içinde oldukları bu krizi yönetmekten aciz olduğunu bu maçta da bir kez daha gösterdi.

Bu arada Digitürk ile ilgili ufak bir anektot. Bazı maçlarda iki spiker uygulamasını hayata geçirdiler. Ben şahsen maçların iki kişilik anlatımlarda daha da zevkli hale geleceğini düşünerek bunu desteklemişimdir hep. Ancak bu ikiliden birinin biraz daha spikerlikten yorumculuğa kayması gerekmektedir. Maçın tempo olarak düştüğü dakikalarda vereceği ekstra bilgiler ya da yorumlar televizyon seyircisinin maçtan kopmasını engeller. Yanlış bilmiyorsam İngiltere'de SkySport'ta da maçlar iki kişi ile naklediliyor. Her ne kadar Melih Gümüşbıçak bu ikinci adam rolünü oynamaya çalışsa da önümüzdeki sezon için bu sistem için daha detaylı bir çalışma ile yeni yüzleri ekranlara tanıtabilirler. Seyirci hakikaten yeniliklere aç bir hale geldi. Hepsinin kariyerlerini takdir etsek de Sanlı Sarıalioğlu, Semih Yuvakuran ve Güvenç Kurtar gibi isimler futbol seyircisine maalesef yeni ufuklar açmak konusunda çok da parlak isimler değiller. Seneye daha farklı ve daha özenerek, üzerinde daha çok çalışılmış bir yayın anlayışı Digitürk'ten en büyük beklentimdir.

UEFA.com'dan...

UEFA.com'dan Eren Derdiyok analizi:

Derdiyok already a big hitter!

Fildişi ve Hiddink





Beklenildiği gibi Vahid Halilhodzic'in görevine son verildi Fildişi Sahilleri'nde. Federasyon başkanları ise sebep olarak Afrika Uluslar Kupası'nı kazanamamalarını gösterdi. Çok net ve anlaşılır...Dünya Kupası öncesi alınması zor bir karar olmasına rağmen tereddüt etmediler. Drogba, Yaya Toure, Kalou'lu kadrosu ile yazın sürpriz yapması en muhtemel ekiplerden. İhtiyaçları olan şey ise bu turnuvayı onlara en iyi oynatabilecek teknik adamı en kısa zamanda bulmaları. Burada hemen herkesin aklına gelen ilk isim Hiddink oluyor tabii. Gerek geçen seneki Chelsea macerasından Drogba ile olan iyi ilişkileri, gerekse de bu seviyeleri en iyi oynayabilen teknik adamlardan biri olması onu "istenen adam" haline getiriyor. Bizim de kendisini 4 yıllığına Milli Takım'ın başına getirmemiz tamamen bu ikinci sebebe dayanıyor.

Hiddink'in bizimle kontratı 2010 Ağustos'ta başlayacak. Kabul etmesi durumunda bu zamana kadar tüm mesaisini Fildişi'ne harcayacaktır. Bu da demektir ki hazırlık döneminde kafaca ve fiziken aramızda olmayacak. Hiddink yazımda belirtmiştim bizi bekleyen en büyük handikaplardan birinin bu olduğunu. Hollandalı'nın tecrübesi ise bu şüpheleri azaltan en büyük etken. Yine de olması durumunda en azından yeni teknik adamımızı Dünya Kupası'na göndermiş olacağız biz gidemesek de. Fildişi Sahilleri'ne, isimleri dışında sempati duymak için başka bir bahane daha edineceğiz kendimize...Ayrıca kambersiz düğün de olmaz dimi!

27 Şubat 2010 Cumartesi

Que o Deus esteja com você Rodrigo&Marcio*



81. dakikaya 1-2 gibi riskli bir skor ile girmesine rağmen, Beşiktaş adına sezonun en rahat galibiyetlerinden birine sahne oldu bu akşam Kayseri'de oynanan karşılaşma. Geçen hafta Sivok'un golü ile uçuruma yuvarlanmaktan son anda kurtulan siyah beyazlılar için sezonun en kritik maçı idi belki. Tabii bu istikrarsız ligimizde takımların kaderini tek bir kritik maça bağlamak çok anlamlı olmuyor ama yine de kaybetmesi halinde üstteki takımlar ile arası çok açılacaktı Beşiktaş'ın. Ayrıca olası bir mağlubiyetin getireceği psikolojik yıkıntı da oyuncuların sezona havlu atmasına sebep olabilirdi.

Bu şartlar altında çıktıkları maçta onlar adına en önemli avantaj da Kayserispor'da Cangele'nin cezalı olması idi. Kayserispor'un kadrosundaki belki tek yaratıcı isim olan Cangele onların bu sezonki oyunlarının merkezi konumunda bir rol üstleniyor. Zaten Makakula'nın bu kadar verimli bir sezon geçirmesinin de en büyük sebebi Arjantinlinin eskiye nazaran serbest ve yaratıcılığını kullanabileceği bir pozisyonda oynaması. Cangele'nin olmadığı bir oyunda Kayserispor'un hücumda zorlanmasını bekleyebilirdik maç öncesi. Üstüne bir de Denizli, Ernst&Fink in arkasına Toraman'ı yerleştirince, maç öncesi Tolunay Kafkas'ı düşündüren bu sert savunma daha da geçilmez bir hale geldi. Denizli'nin Toraman hamlesi için ufak bir beyin fırtınası yapmıştım maç öncesi. Aklıma gelen tek makul sebep ise Ernst'i biraz daha önde kullanıp, Ferrari ve Sivok'un Makalele'ye yoğunlaştığı bir oyunda ortadan gelebilecek ve savunmayı delebilecek çıkışları Toraman ile önleme isteği idi. Her ne kadar hücum anlamında eksilmiş gibi gözükseler de, hücumda zaten uzun zamandır ortaya birşey koyamayan Beşiktaş'ın "önce savunma" anlayışı ile sahaya sürüldüğünü söylemek çok yanlış olmaz sanırım. Ernst alışılmışın aksine çok önde oynamadı ama yine de pas trafiğine daha fazla katılıp birkaç haftadan beri gördüğümüz silik oyunundan sıyrılmış gözüktü maçta. Aynı cümleleri ilk golün pasını veren Fink için de kullanabiliriz sanırım.

Denizli'nin rüyalarında bile göremeyeceği bir şekilde maçın hemen başında Beşiktaş öne de geçince, maç öncesi tasarladığı plan daha da etkin bir biçimde işlemeye başladı. Toraman'lı orta saha iyi alan daraltınca, yaratıcılığının yarısından fazlasını zaten ma başlamadan kaybetmiş Kayserispor hücum etmekte çok zorlandı. Zaten Tolunay Kafkas 20. dakikalar civarında kulübede bu anlamda verim alabileceği tek adam olan Troisi'yi oyuna sürdü. Ancak başta Aydın olmak üzere Kayseri savunması oldukça kötü bir günündeydi ve birkaç kontratak ile Beşiktaş bu hataları iyi değerlendirdi. Troisi hamlesinin hemen üstüne ikinci golü de bulunca maç çok rahat bir hale geldi Beşiktaş için.

İkinci yarıda Beşiktaş adına Bobo/Holosko değişikliği beklerken, bir anda sahanın en iyisinin kenara yürüdüğünü gördük. Tello belki sezonun en iyi oyununu çıkartırken oyundan alınıyordu. Sakatlık dışındaki herhangi bir mazeret, Denizli'nin intihar çabasından öte değildi benim gözümde. Takımda ayağında top tutan adam kalmayınca, Toraman da iyice gömüldü defansın içine ve takım olarak hiç çıkamadılar. Bunun ardından Ernst/Necip değişikliği geldi. Necip'in, o yaşından büyük ve soğukkanlı oyunu olmasa, Denizli bu akşam ciddi ciddi kaybetmek istiyor diye düşünüp ardından bir Rüştü/Nihat değişikliği bekleyecektim ama Necip'in oyunu bunları unutturdu. Tabii Kayserispor'un son 10 dakikada farkı bire indirmesine rağmen baskı kuramayacak kadar kötü bir oyun ortaya koyması da bu rahat galibiyete çanak tuttu.

Sonuçta Beşiktaş, oyun ve skor olarak istikrarsız bir performans sergilediği bu sezonda eksik maçına rağmen halen yarışın içinde. Kayserispor ise ikinci yarıdaki serbest düşüşüne devam ediyor. İlk yarıdaki takım savunmaları ve ekstra Makakula katkısı ikinci yarıda olmayınca kötü oyunlar ile zirveden uzaklaşmaya başladılar. Daha önce de burada yazmıştım "Ali Turan" krizini yönetememelerinin onlara pahalıya patlayacağını ve bu akşamki oyun da bunu doğruladı maalesef. Toparlanmaları kolay olmayacaktır...

*Tanrı sizinle olsun Rodrigo&Marcio!

City Terry'e Karşı!



Futboldan ziyade, son zamanların popüler ikisili Terry ve Bridge arasında geçen malum mevzu yüzünden merakla beklenen bir maçtı Chelsea-M.City karşılaşması. Inter gazisi Chelsea, bu sene yeni yapılanması ile özellikle ismi büyük maçları forse eden City'e kaybetti. Tevez ve Bellamy, Cech'den ve Cole'dan yoksun Chelsea savunmasını darmadağın etti. City'nin bu yeni döneminin ilk senesindeki hedefi lig 4.lüğü gibi oldukça makul bir hedef. Bunun için de oldukça Liverpool ve Totthenam ile çekişiyorlar.

Sene başında piyasadaki hemen hemen her oyuncuya talip oldular ancak imaj ve güven eksikliği yüzünden, Kaka, Ronaldo, Buffon gibi dünya yıldızları yerine, yetenekleri tartışılmayan ancak sorunlu yıldızlar Tevez ve Adebayor ile yetinmek zorunda kalmışlardı. Bir önceki sezon büyük bir sansasyon ile aldıkları Robinho'dan da hemen hemen hiç faydalanamadılar bu sene. Zaten Brezilyalı da ülkesinin Dünya Kupası kadrosuna girme isteğini sebep göstererek Brezilya'nın sıcacık sahillerine tüydü sezon ortasında. Adebayor'un sorunlu yapısı da onlara şu ana kadar, bu oyuncudan, cezası sebebiyle yararlanamadıkları 5-6 maça patladı. Hal böyleyken Premier Lig dördüncülüğü hedefine yürümeleri yine de önemsenecek bir gelişmedir bu toplama takım için. Yazın bu kadar büyük isimlerle flört ederken, bir yandan boş durmayıp kadrolarını Gareth Bale, Kolo Toure, Theo Lescott gibi Premier Lig tecrübesi yüksek ve devamlılığı olan, sert isimlerle takviye ettiler. Zaten birkaç yıldır kadrolarında olan ve Şeyh Bin Zayid öncesinin en önemli adamı Stephen Ireland, S.W.Philips, Bridge gibi isimlerle vasatın üstünde bir takım olmayı başardılar. Mancini'nin takımın başına getirilmesi de City'i yenilmesi zor, inatçı bir takım haline getirdi. Elbette hala Chelsea ve ManU seviyesinde değiller. Bu seviyeye ulaşmak için de 150 milyon pound gibi bir parayı gözden çıkardıkları Torres ve Gerrard gibi isimlerden ziyade azımsanmayacak şekilde yol aldıkları "takım" olma yolunda daha çok çalışmaya ihtiyaçları var. Seneye bu kadroyu fazla bozmadan yapacakları birkaç takviye ile 3.lüğü zorlamaları onlar adına gerçekçi bir hedef olarak konulabilir. Ancak oldukça kırılgan bir yapıya sahip bu kadrodaki isimlerin olası "dengesizlikleri" onları hedeflerinden de her an alıkoyabilir. Bekleyip göreceğiz City'den yeni bir Chelsea çıkıp çıkmayacağını.

Son olarak maçtan bir enstantane. Daha santra vuruşu yapılmadan maçın en önemli pozisyonu yaşandı Stamford Bridge'de. Merakla beklenen "Terry vs. Bridge; Face to Face" kapışmasında Bridge, Terry'nin tokalaşma hamlesini yumuşak bir bilek hareketiyle geçiştirdi. Zaten bu kadar tantananın üstüne sarılıp kucaklaşmaları manasız olurdu. Yalnız burda Bridge madur durumda olmasına ve bir de üstüne huzuru bozmamak için Milli Takımı bırakma kararını almasına rağmen maç boyunca Chelsealiler tarafından ıslıklandı. Onların kaptanlarını silip atmalarını beklemiyoruz ama en azından bu anlamsız ıslık protestosuna yapmayıp, tepkisiz kalmaları da onlar adına bir erdem olabilirdi kanımca. Maç sonunda City'nin net galibiyeti ise bu yazının başlığını doğrular gibiydi adeta...

26 Şubat 2010 Cuma

Sadece "Kara Perşembe" mi?

Hani klasik gazete manşetlerini andıran bir gece yaşandı dün Türk futbolu adına. Evet, dün gece bizim için "Kara Perşembe" oldu. Dört takım ile başladığımız bu senenin Avrupa macerasını, yine baharı göremeden bitirdik.

Şampiyonlar ligine baktığımızda son 32'de takımımız olmadığı gibi, anlamadığım şekilde Avrupa'nın en iyi 5. ligi diye etiketlendirilen ligimizin aynı seviyelerdeki rakipleri olması beklenen Fransa, Portekiz, Rusya ve Yunanistan'dan ise 5 takım yer alıyor. Yunanistan her sene Olympiakos ya da Panathinakos'dan en az birini yolluyor son 32'ye ya da çeyrek finale. Burun kıvırdığımız Portekiz ve Fransa'dan ise Porto, Sporting, Benfica, Lyon, Marsilya, Bordoux gibi ekipler ya Şampiyonlar Ligi'nde ya da UEFA Ligi'nde yine bu seviyelere istikrarlı olarak çıkabiliyorlar. Kalitesini sürekli harcadıkları para ile ilişkilendirdiğimiz Rusya ve Ukrayna ise CSKA'sını, Shatkar'ını gönderiyor bahar sezonuna. Peki bizim yıllardır elle tutulur bir başarımız olmadığı halde, hala nasıl ligimizin sert ve mücadeleci oyununu ön plana çıkararak onu yüceltip bu seviyelerde görebiliyoruz? Cevaplaması zor bir soru benim adıma...

Kabul edelim ligimiz hiç de bizim abarttığımız gibi bir lig değil. Sert bir lig olduğu doğru ancak kalitesi olduka tartışılır. 2 sezondan beri harikalar yarattığını iddia ettiğimiz Sivasspor bile sudan çıkmış balığa dönmüştü Anderlecht önünde hepimiz hatırlarız. Beşiktaş şampiyonların liginde, üstelik bu kadar harcanan paraya rağmen, yine umut vaad etmeyen bir oyun ile ilk turda veda etmişti. Bu senenin beklentileri yükselten takımları Fenerbahçe ve Galatasaray ise, dün akşam ellerindeki büyük avantaja rağmen final dakikalarını oynamaktan aciz kalınca bize de baharda yine sadece diğer liglerin takımlarını izlemek kaldı Avrupa arenasında. Önümüzde ise kendi ligimizin kısır çekişmeleri bizleri bekliyor olacak artık.

Peki kimlere elendik bir de onlara bakalım. Sivasspor, milli takımlar düzeyinde son yıllarda üstünlük kurduğumuz yine kalitesi tartışılır bir ligin takımına açık ara kötü oyun ile elendi. Beşiktaş, her ne kadar Alman ligi şampiyonu olsa da Avrupa tecrübesi kendisinden fazla olmayan Wolfsburg ve ve Rusya şampiyonu CSKA'ya, Fenerbahçe gruptan çıktığı halde Fransa'nın yine en iyi 3-4 takımından biri olmayan Lille'e ve son olarak Galatasaray da, ismi büyük ama bu sene oynadığı futbol ve hücum hattı hariç kadrosu ile sınıfta kalmış Atletico'ya elendiler.

Elbette mazeretler vardır ve bazıları gerçektir de. Ama saha içinde olanlardan daha büyük bir gerçek varsa bizim elimize gelen fırsatları değerlendiremeyip, final dakikalarını oynayamadığımızdır. Beşiktaş son maçta CSKA'ya tutunamayıp kendi evinde kaybederek, yine dün akşam FB ve GS yine kendi evlerinde bu sefer son dakikalarda tutunamayıp kaybettiler.

İki takımımızın da elbette en büyük zaafları, yaşadıkları kadro sıkıntısı idi. Fenerbahçe'nin kulübesinde oturan oyuncuların yarısının ismini muhtemelen herkes ilk defa duymuştur. Galatasaray'da Rijkaard ise oyunun merkezi konumundaki Elano'nun sakatlığının ardından yerine ancak Ayhan'ı kullanabiliyordu. Demek ki, burada her ne kadar yapılan bazı hamleleri alkışlasak da, Galatasaray Avrupa'da oynatamayacağı bir forveti alma lüksüne, Fenerbahçe ise kadrosuna güvenip sadece ne vereceği belirsiz bir Gökhan Ünal transferi ile transferi bitirme lüksüne sahip değilmiş. 3 cephede hedef göstermek ile bu hedeflerin peşinden gerçekçi bir biçimde koşmak arasında çok fark var. Elbette bütün kadroyu üst seviye futbolculardan oluşturamazsınız. Ancak kenarda unuttuğunuz bazı oyuncuları da sezon içinde hatırlamanız ve bu maçlara hazırlamanız gerekir. Dün akşamki skorların altında yatan en büyük neden bu idi bence. Ve bu sene Avrupa'daki durumumuz, takımlarımızın birçok ders çıkarabileceği bir durum olup, planlama konusunda daha mantıklı hamleler yapmaları gerektiğini de açıkça ortaya koymuştur.

Son söz: Ligimizin kalitesi ile sert olmasını birbirinden ayırabilmeliyiz. Kalite, sadece kaliteli isimler ile oluşmaz. Doğru planlama, gerçekçi hedefler koyma ve bu hedefler doğrultusunda takım oluşturma gibi daha uzun vadeli hesaplar içinde olmalı takımlarımız. Yoksa daha nice "Kara Perşembe" ler yaşarız kendi karanlığımızın içinde.

23 Şubat 2010 Salı

"Bizim" Daniel...



Gözyaşı dökene sempati duymak ya da acımak bizim insanımızın doğasında vardır. Bu yüzdendir ya çıkar peşinde koşanların en sık başvurduğu yoldur mazlumu oynamak. Amma velakin her gözyaşını da tiyatro sanamayız elbette. Bazıları samimidir, içinde bulunduğu duruma isyandır, duyguların patlama yaptığı noktadır. İçinden gelerek, rol yapmadan ağlayabilmek çok güzel bir duygudur aslında. İnsana hala insan olduğunu hatırlatır, yaşadığını hatırlatır. Çoğu zaman ağlayacak bir omuz, gözyaşlarını silecek bir el bulduğumuzda koyveririz kendimizi. En zoru da tek başına ağlamaktır. Bir yandan tutmaya çalışırken kendimizi, yapayalnızlığımızın farkına vardığımız anda dayanamayız belki de.

İşte dün akşam oynanan Fenerbahçe-Bursaspor maçının 70. dakikasında da Guiza binlerce kişinin önünde, ama yapayalnız ağladı. Bir stad dolusu insan kendisine küfrederken, onu yuhalarken, o hala çabalamaya ve kaderini döndürmeye çalışıyordu. Ama en beklemediği yerden yedi darbeyi. Daha birkaç dakika önce arkasındaki seyircilere şov yaparcasına, seyircinin Guiza'yı "asmasına" karşı duran Herr Daum, kendisine de oyuncusuna da ihanet etmek için çok beklemedi. Semih sahaya, Daniel kulübeye yürürken, o stadı dolduran binlerce insan da kendi insanlıklarından utanmaları gereken bir ana şahit oldular. Daniel kulübede bir insanın en masum, en çıplak halini yaşıyordu. Binlerce kişinin önündeydi ama o tek başına ağlıyordu...

Bu sabah skor ile beraber herkesin konuştuğu diğer konu da buydu. Saha içinde ağlayan bir futbolcuya, bazıları aldığı milyonları ama atamadağı gollerin hesabını sorup gözyaşlarının sahteliğini vurgularken, bazıları o milyonları alan insanların da aslında duyguları olduğunu, olabileceğini hatırlamışlardı. Antu.com'da bile taraftarların büyük çoğunluğu bu gözyaşları ile hatırladı belki her futbolcunun sahtekar olmadığını.

Guiza dün akşam o gözyaşlarının ardından "bizim Daniel" oldu. O, tepkilere karşı kendi tepkisini ona küfredenlere küfrederek ya da umursamayarak değil, tam aksine umursayarak ve bundan dolayı duygularını kontrol edemeyip ağlayarak gösterdi. Evet, Guiza çok formsuz olabilir, hatta bundan sonra Fenerbahçe kariyerini belki bu performanslar ile bitirecek bir yola bile girmiş olabilir, ancak o kötü olduğunun farkında olan ve daha da önemlisi bunu umursayacak kadar asil olan bir insan, bir futbolcu...

21 Şubat 2010 Pazar

Maç sonu yazısı: Beşiktaş-Galatasaray



Oyunun iki takım arasında gidip geldiği, sistemlerin çarpıştığı bir mücadele oldu İnönü'de bu akşam. Rijkaard'ın Jo'yu kenarda tutma tercihi, oyunu Beşiktaş'ın sahasına yığamamasına neden oldu. Özellikle 30. dakikadan sonra Beşiktaş rakip sahada çok iyi yerleşti. Muhtemelen Denizli'de bu bölümde skor avantajını ele geçirip, ikinci yarıda arkadaki 6'lı ile oyunu tutma yoluna gidecekti. Ancak gol gelmeyince, ikinci yarıda Galatasaray oyunu dengelediği gibi, Jo'nun oyuna girmesi ve Arda'nın kanada geçmesi ile de oyunda üstünlüğü ele geçirdi. Rijkaard'ın maçın başında yaptığı, Sarp'ın yerine Barış tercihi kağıt üstünde hücuma yönelik bir hamle gibi gözükse de, Barış bu beklentileri yerine getiremedi.

Beşiktaş yine "kadro istikrarsızlığı" konusundaki istikrarını bozmadı bu maçta da. İleri 4'lüde yapılan tahminleri bu kez Nobre ve Tello sürprizleri bozdu. Denizli haklı olarak yabancı sınırlaması yüzünden bir seçim yapmak zorundaydı. İlerde formsuz olmasına rağmen Nobre tercihi, maç içinde uzun topların çok denenmesi açısından tutarlı bir tercihti. Özellikle ilk yarıda hava toplarında iyiydi Brezilyalı. Yukarıda bahsettiğim, Beşiktaş'ın oyunda baskıyı arttırdığı dakikalarda Nobre'nin payı büyüktü.

İkinci yarıda ise beklenilenden önce değişikliğe gitti Denizli. Bobo-Nihat'ın oyuna girişi kazanmaya yönelik bir hamleden öte, var olanları yedekleri ile yer değiştirmekti. Sistemde ya da yerleşimde herhangi bir değişiklik olmadı. Daha dinç olması beklenen Bobo-Nihat ikilisinin fizik güçleri ve temposu Holosko-Nobre'ye yaklaşamadı bile. Zaten bu dakikalar, Galatsaray'ın oyundaki üstünlüğü ele geçirdiği dakikalar ile çakışıyordu. Arda'nın golü ise Beşiktaş savunmasının rakibe, tehlikeden uzak bölgede ısrarla basmamasının ürünüydü. Bu kadar yaratıcı oyuncuları kalenizin önüne bu kadar getirirseniz golü yemeniz kaçınılmazdır. Bu dakikadan sonra Beşiktaş'ın gol bulabilmesinin tek yolu da duran toplardı. Her ne kadar duran topları kullanmada sıkıntı yaşasa da gol de böyle bir akında geldi.

Sonuçta Galatasaray'a yarayan, Beşiktaşlıları mutlu etmeyen bir skorla bitti maç. Galatasaray zorlu Atletico-Beşiktaş-Atletico üçgeninin ilk iki ayağından istediğini aldı. Beşiktaş ise bundan sonra rakiplerinin maçlarına daha da çok bakacak bir hale geldi.

Maç öncesi yazısı: Beşiktaş-Galatasaray



Derbi maçlarının havasını belirleyen en büyük etkenlerden birisi de takımların puan cetvelindeki yerleridir. Aynen bu akşam oynanacak BJK-GS derbisi öncesinde olduğu gibi. Bir maçı eksik olan Beşiktaş, rakibinden 8 puan geride ve o eksik maçı da İBB ile oynayacağını göz önüne alırsak, bu derbi Beşiktaş için bir varolma mücadelesi haline geliyor.

Beşiktaş açısından stresi ve heyecanı yüksek bir maç olacağı kesin. Son yıllarda bu tarz maçları kaybetmelerinin verdiği özgüven problemini, geçen sene ligde ve kupada gelen FB galibiyetleri ile biraz olsun aşabilmişlerdi. Ancak kritik maçları oynama sıkıntısı halen devam ediyor Beşiktaş'ın. Yine bu sezonun genelinde üst sıralarında bulunan Kayserispor, Bursaspor ve Galatasaray'a birer defa kaybettiler ligde. Bu maç öncesi ise ışık veren en önemli gelişme Ferrari'nin oynayabilecek olması. İtalyanın geri dönüşü, onun sakatlığı ile birkaç noktadan delinen Beşiktaş savunmasına bir yama niteliğinde olacaktır. 2 aylık aradan sonra fizik ve kondisyon olarak hangi durumda döneceği soru işareti olsa da, onun defans hattındaki varlığı, yanında ve önünde oynayanları da psikolojik olarak rahatlatacaktır. Dahası Toraman'ın sağ beke kayması ile, o kanatta son maçlarda çok problem yaşayan Beşiktaş'a en azından defansif anlamda güç verecektir. Şu an taktiksel dizilişleri bilmesek de, o kanatta Arda ya da Caner gibi hızlı, dikine oynayan oyuncuların olması Toraman'ın oraya dönüşünü daha da önemli hale getiriyor. Ayrıca ilk yarıdaki o 8 maçlık serinin mimarı olarak gözüken gerideki 6'lı tekrar biraraya gelmiş olacak. Tabii ki burda isimlerden ziyade, bu isimlerin form durumları önemli. Gerçek olan birşey var ise o da Ernst&Fink ikilisinin formsuzluğudur. Ferrari'nin gelmesi belki onları biraz olsun toparlayabilir.

Şimdi her hafta şapkadan ne çıkaracak diye beklenilen Denizli'nin bu akşam çıkaracağı kadro için bir fal açalım. Denizli, arkadaki 6'lıyı böyle oluştururken muhtemelen Ekrem'i sol öne atıp hem o kanattan Keita'yı daha sıkı kontrol edecektir, hem de Ekrem'in süratinden faydalanarak onu ara ara ağır GS defansının ortasına gönderecektir. Formsuz Tello ve fizik olarak bu maçı kaldıramayacak Yusuf'un durumlarını düşünürsek, Tabata'nın da mevkisinde tek seçenek olduğunu söyleyebiliriz. Altı yabancı sınırlamasının kurbanı Bobo ve Holosko'dan biri olacaktır. Ancak Nobre'nin formsuzluğu bu bölgede Bobo'yu da garanti adam yapıyor. Bu durumda Holosko kulübeye, Nihat da ileri 3'lünün sağına geçecektir. Şu an elindeki oyuncuların formsuzluğu ve alternatifsizliği, Denizli'yi bu maçta olası bir "sihir" operasyonundan mahrum bırakacaktır. Eğer Necip'i Fink'in formsuzluğunda takıma monte edebilseydi, elinde daha esnek bir kurgulama şansı olacaktı ama gözüken o bölgede bir sürpriz olmayacağı. Bu durumda Beşiktaş'ın maçı lehine çevirebilme şansı, arkadaki 6'lı ile sert ve yıldırıcı bir defans yapıp, ağır GS defansının arkasına sarkıtacağı Ekrem ya da Nihat ile gol aramasına bağlıdır. Burada Tabata ve Bobo'nun Gençlerbirliği maçında sergiledikleri pas alışverişine dayanan dikine oyunları da maçı çözebilecek etkenlerden.

Galatasaray ise Madrid'ten beklemediği bir moral avantajı ile döndü haftaiçi. Madrid öncesi yaklaşık bir haftalık kamp oyuncuları tekrar motive etmiş gözüküyor. Bu onların en büyük avantajı. Madrid'de yaşanan Caner sıkıntısı ve Dos Santos'un formsuzluğu, Arda'nın eski yerine döneceğinin sinyallerini veriyor. Eğer Jo da oynayabilecek duruma geldiyse, bu demektir ki ön tarafları en azından artık daha mantıklı bir kurguda olacaktır. Beşiktaş'ın ortadaki 6'lısını delmek için ihtiyaçları olan da Arda'nın ve Keita'nın birlikte yüzleri kaleye dönük oynayabilmeleri.

Şu anda gözüken, Ferrari'nin dönüşü ile Beşiktaş'ın arkada ve Jo'nun dönüşü ile de Galatasaray'ın ön tarafta ideal dizilişlerine kavuşacak olmaları. Maç da genel anlamda bu iki bloğun çarpışması olarak geçecektir.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Engin Baytar



Bazen hayatta insanlar, ikinci şansı hakederler. Hatalarını düzeltmek, yeniden başlayabilmek için...Bazıları maalesef bu şansı bulamaz ve silinir giderler piyasadan. Bazılarına ise ikinci şans bir kez değil, birkaç kez verilir. Ama yine de ısrarla değişmezler, değişmek için çaba göstermezler.

Trabzonsporlu Engin Baytar da bu ikinci şansın, üstelik birkaç kez, ayağına kadar geldiği isimlerden birisi. Bu sezon zaman zaman iyi performans gösterdiği maçlar oldu. Belki de birçok kişinin, onun bu şansını iyi kullandığı yönünde düşüncesi olabilir, ancak Engin'in saha içindeki itici yanları o kadar çok ki, ben kendi adıma futbolundaki ilerlemeyi göremiyorum. Futbola karşı tarafsızlığımı yitirdiğim ve kızgınlığımın, futbol sevgimin önüne geçtiği ender durumlardandır saha içinde bu tarz futbolcuları izlediğim anlar. Engin belki gerçekten de yetenek olarak vasatın üstünde bir oyuncu kategorisine girebilir. Ancak saha içinde rakiple, hakem ile, takım arkadaşları ile, top ile ve hatta kendisi ile olan kavgası yaptığı herşeyin önüne geçiyor. Yere her düştüğünde, rakibe yaptığı her faulde, attığı her yanlış pasta ve kendisine atılan her yanlış pasta, kısacası herhangi bir pozisyonun içinde, öfkeli, sevimsiz ve kavgacı bir tavrı var bu oyuncunun. Gençlerbirliği ve Eskişehirspor'da tutunamamasının sebeplerinden biri de herhalde oyuna olan bu yaklaşım tarzıdır. Geçen sene saha içinde takım arkadaşları ile yaşadığı tartışmaları hatırlıyoruz. Bir futbolcu için, sebep her ne olursa olsun, üzerine yapışabilebilecek en kötü etiketlerden biridir takım oyuncusu olmaması.

Engin'de olan bu tavırlar maalesef oyunu, benim adıma izlenmesi tahammül edilmez bir hale getiriyor. Yine bu akşamki İBB maçında, Engin ve Belediyespor'un can sıkıcı oyunu birleşince ortaya 0-0 lık, tekmelerin, zaman çalmaların, yalan yere yerde yatıp bağırıp çağırmaların bol olduğu bir maç ortaya çıktı.

Özet olarak, Engin için bu bulduğu şansın çok önemli olduğunu ve iyi kullanması gerektiğini söylerdim ama bu hikayenin sonunu o kadar iyi biliyorum ki...

19 Şubat 2010 Cuma

Bir Asırlık "Rüyalar Tiyatrosu"




Dünyanın en büyük kulüplerinin isimlerinin önüne aldıkları bu "büyük" sıfatını, sadece kazandıkları kupalar ile ya da harcadıkları paralar ile haketmediklerinin bir güzel örneğini gördük bugün haber kaynaklarında.

Manchester United taraftarları Old Trafford'un 100. doğumgününü kutladılar büyük bir törenle ve hep beraber. Onları Manchester United yapan en önemli markalarından olan "evlerini" doğumgününde yalnız bırakmadılar. Fotoğrafta gördüğünüz ise, 100. yaşında Old Trafford'a sunulan hediye.

Şimdi Old Trafford tarihi ile ilgili ansiklopedik bilgi vererek sıkmayacağım sizi. Amacım bu haberi okuduğumda yüzümde oluşan tebessümü ve içimdeki birazcık da olsa oluşan kıskançlığı paylaşabilmek. Bizler de hep İnönü'nün manzarası ve yeri ile, Saracoğlu'nun ne kadar modern olduğu ile, Ali Sami Yen'in atmosferi ile övünürüz ve övünmekte çok da haklıyız belki. Ancak camialarımızın tarihlerini sahiplenişi maalesef çoğu zaman, birbirleri ile olan polemiklerine malzeme oluyor. 100. yılını daha yeni kutlayan kulüperimiz var ama hala "stadı yenilesek mi, yenilesek de nasıl yenilesek" tartışmalarının ötesine geçemiyorlar. Oysa bu stadlar ne sevinçlere, ne üzüntülere şahit oldu hepimiz biliriz. Ancak stadlarımızdaki konfor bir yana, o tarihi sergilemekte ne kadar başarılıyız sorgulanır.

Real Madrid yüzyılın transferi diye lanse edilen Ronaldo'ya imza attırırken, Barnebau'da 80.000 den fazla taraftarı vardı. 9 numaralı formasını da, o stad kadar efsane olan bir isimden, DiStefano'dan almıştı Portekizli. Aynı şekilde Barcelona'nın bir müzeyi andıran Nou Camp'ı ve işte Manchester'in uğruna doğumgünü kutlaması yaptığı Old Trafford.

Her ne kadar Ferguson, yaptığı konuşmada stadın maç günleri dışında bile ziyaretçi akınına uğradığını vurgulayıp, işin biraz da pazarlama tarafını ön plana çıkarsa da, romantik bir tarafı daha ağır bastı benim gözümde bu kutlamanın.

Sir Bobby Charlton'ın "Rüyalar Tiyatrosu" ismini verdiği Old Trafford, biz şahit olamasak da rüya gibi bir kutlama ile girmiştir yüzüncü yaşına eminim. Keşke bizim kulüplerimiz de kendi taraftarlarına bu ayrıcalığı yaşatabilseler de biz de sırtımızda formamız, elimizde hediyemiz ile gidebilsek sevdiğimiz takımın "ev"ine.

İkinci Iker Casillas vakası: David De Gea



Geçen haftasonu, hem bir futbol ziyafeti izleyebilmek, hem de Galatasaray'ın dün akşam karşılaştığı rakibinin form durumunu görebilmek için geçmiştim ekran başına. Maçın ismi Atletico Madrid-Barcelona olunca insan hangi oyuncuyu takip edeceğini şaşırıyor haliyle. Ancak bu maçta da belki birçok kişinin dikkatini çeken bir isim, oyunu ile ön plana çıkmıştı. Şimdi onu daha yakından tanıyacaksınız.

Son yıllarda yapılan "en iyi 10 kaleci" tarzı listelerde sürekli aynı isimleri görüyoruz. Buffon, Cech, Casillas, Cesar diye başlayabileceğim listeye yeni isimler eklemekte zorlanıyorum açıkçası. Umut vaadeden birçok isim var belki ama yukarıda saydığım isimler gibi kariyerlerini çok genç yaşta inşa etmeye başlamış, yine bir kaleci için genç denilebilecek yaşlarda çok önemli takımlarda, çok önemli maçlara çıkmış bir kaleci örneği gelmedi önümüze son yıllarda. Yine bizde de Rüştü sonrası Volkan hala tam olarak kimsenin içine sinmediği gibi, Volkan'ın ardından kimin ya da kimlerin çıkabileceği de büyük bir soru işareti.

İşte bu maçta benim dikkatimi çeken isim Atletico kalecisi David De Gea idi. Yüzüne vuran yaşı, zayıf yapısına rağmen 1.92'lik boyu ile fiziğinde kendini belli etmiyordu. Kadroda ismini gördüğümde şaşırdım açıkçası, böyle bir maçta kale ona emanet edildiği için. Maçın hemen başında da bir Barca atağında topu elinden kaçırınca, klasikleşmiş bir genç kaleci performansı daha mı izleyeceğim dedim kendi kendime. Belki Atletico'nun agresif futbolunun ve skor avantajını eline geçirmesinin etkisiyle, o da daha rahat bir maç çıkarmaya başladı dakikalar geçtikçe. Özellikle çizgi üstündeki performansı ve kendine olan güveni etkileyiciydi. Atletico'nun bu çok prestijli maçı kazanmasında oldukça büyük katkısı vardı genç kalecinin.

Dün akşamki Galatasaray maçında da sahadaydı De Gea. Sakatlanarak oyunu terk etmek zorunda kalıncaya kadar da yine iyi bir performans sergiledi. Ben de bunun üzerine kısa bir araştırma yaptım internette.

Futbola 10 yaşında yine Atletico'nun altyapısında başlamış. Uluslararası tecrübe portföyünde İspanya milli takımı ile U17, U19 ve U20 düzeyinde birçok maç bulunuyor. Özellikle İspanya'nın finale ulaştığı, 2007'deki U17 Dünya Kupası'nda iyi oyunlar çıkartmış. Geçtiğimiz Eylül ayında, Şampiyonlar Ligi'nde Porto maçında forma giymiş ve bir de penaltı kurtarmış De Gea. La Liga'daki deneyimi ise şu anda sadece 2 maç ile sınırlı ki, birine hepimiz geçen hafta şahit olduk.

Görüntüsü ve stili ile Van Der Sar'ı andırdığı için Van Der Gea ismini takmış takım arkadaşları kendisine. Yaşına göre boyu ile, ve bu boyuna göre de çabukluğu ile dikkat çekiyor. İyi yanları arasında, özellikle genç kalecilerde çok da sık rastlamadığımız psikolojik avantajlara sahip olarak nitelendiriliyor. Bu öne çıkan özellikleri arasında ise baskı ile başedebilme (Barca maçında tanık olduk), konsantrasyon ve özgüven sayılıyor. Bunlar hakikaten bir oyuncuda, eğer varsa bir maçta bile farkedilebilecek özellikler. Bir parantez açıp, yine bu sezon Trabzonspor'da formayı kapan Onur'da da bu psikolojik avantaj olarak sayılan özelliklerin ön plana çıktığını söyleyebilirim izleyebildiğim kadarı ile. De Gea'ya dönecek olursak, yer tutuşu ve hava hakimiyeti de mükemmel olarak değerlendirilmiş birçok kaynakta.

En büyük eksi yönü ise, birebirlerde pozisyon alma açısından iyi olsa da kaleden çıkış esnasında yaptığı zamanlama ya da hamle hataları olarak gösterilmiş.

Son dönemde, benzetildiği Van Der Sar'ın yerine Manchester United tarafından düşünülünce, Atletico 2013'e kadar uzatmış kontratını.

İzlediğimiz ve öğrendiğimiz kadarı ile İspanya yeni bir Casillas kazanacak gibi gözüküyor. Casillas'ın 18 yaşında İspanya A milli takım kalesine geçtiğini düşünürsek şu an biraz daha geride gözüküyor ama Casillas'ın sıradışı bir kaleci olması da burada çok önemli bir faktör. Eğer ona Iker'e gösterildiği gibi sabır gösterilip üzerine düşülürse, post-Casillas döneminde de, İspanya kalesinde sıkıntı çekmeyecek demektir. Van Der Gea'nın şu an için tek dezavantajı ise kadro istikrarı sağlamakta sabıkalı olan bir kulübün oyuncusu olması. Eğer Atletico onu "harcamaz" ise, De Gea da yakın zamanda en iyi 10 kaleci listelerine girmeye başlayacaktır.

18 Şubat 2010 Perşembe

Beklenen adam geldi



Şu an belki de Dünya'nın en saygın ve prestijli ilk 3 teknik adamından biri ile 2+2 senelik sözleşme imzaladı Türk Futbol Federasyonu. Sözleşme süresinin ilk düşündürdüğü şey, 2012 Ukrayna-Polonya için sonucu beklemek ve olumlu olması halinde Hiddink ile devam edileceği. Hiddink ismi uzun zamandır gündemde idi ama işin gerçeği onu Türkiye'nin başında görme beklentileri de çok yüksek değildi kamuoyunda. Gerek ekonomik açıdan, gerekse Hiddink'in 20 sene evvelki kötü Türkiye macerası bu beklentileri düşüren en büyük etkenlerdi. Gerçi özellikle sponsorluk anlaşmaları ve tabii ki yayın haklarından elde edilen kazanç ile futbol federasyonunun gelirlerinin oldukça arttığını düşünürsek, "Para bizim için sorun değil, yeter ki gel" cümlesi de sarfedilmiştir Hollandalıya karşı. Bu şüphelerin konuşulmasını tetikleyen de Fatih Terim'in milli takımın başında iken aldığı maaşın zamanında çok konuşulması oldu. Bu anlamda belki de kamuoyunun şu an için gıkını çıkartamayacağı birkaç isimden biridir Hiddink.

Şu anda Hiddink, ismi ile daha görev başı yapmadan güvenoyu alsa da, herkesin aklını kurcalayan iki soru var.

1-) Hiddink'in yardımcılığını yapmaları için belirlenen isimler Oğuz Çetin ve Engin İpekoğlu. Bir de Hollandalı ve ismi şu an belli olmayan bir antrenör gelecek ilerleyen zamanda. Her ikisi çok kariyerli isimler olmasına rağmen, Hiddink'ın yanında geleceğe hazırlanma ve koltuğu devralma açısından doğru isimler mi? Yoksa düşünülen kısa vadede başarı mı? Ya da Hiddink'in yanına Abdullah Avcı ve Tolunay Kafkas gibi şu anda geleceği en parlak gözüken isimler düşünüldü ve ikna edilemedi mi? Yardımcılar ile ilgili sorular bu iken, son dönemde Fatih Terim'in yanında olan isimleri, Terim ile tartışamadıkları ve "yeterince gelişemedikleri" için kıyasıya eleştiren medya bu isimlere nasıl yaklaşacak bunu da çok merak ediyorum doğrusu.

2-) Hiddink'in işbaşı tarihi 30 Ağustos diye açıklandı. Ancak bu tarih, hazırlık yapmak ve kadronun oturması açısından çok geç gözüküyor. Bu tarihte ligler çoktan başlamış olacak ve eleme maçlarına da çok az bir süre kalmış olacak. Bu durumu elbette federasyon yöneticileri düşünmüştür ama nasıl bir önlem alınacak merak konusu. Yardımcılarının işe erken başlayacağı biliniyor ama bu hazırlık yapmak açısından yeterli olmayacaktır.

Güney Kore, Avustralya ve Rusya'nın Hiddink sonrası dönemlerine göz atmak gerekir belki ama Hiddink'in bu takımlara kazandırdığı Dünya Kupaları'ndaki başarılar, onun takımına turnuva oynatmayı ne kadar iyi becerdiğini gösterir. Kısa vadede hepimizin beklediği de önümüzdeki iki büyük turnuvaya katılmamız. Hiddink'in bugüne kadar gördüğümüz, elde olana göre sistem geliştirme ve sonuç alma anlayışı oldukça başarılı oldu. Zamanında PSV ile başardıkları onun uzun vadede neler yapabileceklerini, geçen sene 6 ayda Chelsea'de yaptıkları ise kısa vadede neler başarabildiğini gösteren en güzel kanıtlar belki.

Bu tercih her bakımdan beklemeye değecek, umutlarımızı yeşertecek ve Fatih Terim'in söylediği gibi "Dünyaya kendimizi tekrar hatırlatacak" bir tercih. Umarız beklentilerimiz boşa çıkmaz.

16 Şubat 2010 Salı

Şampiyonlar tekrar sahnede



Uzun bir aradan sonra, Şampiyonlar Ligi bu akşam oynanacak 2.tur ilk maçları ile başlıyor. Eşleşmeler her yıl olduğu gibi bu yıl da oldukça zorlu. Geçmiş yıllara oranla gruplarda herhangi bir sürprize çok sık rastlanmıyor artık. İlk 16'nın aboneleri bu yıl da yine ezberleri bozmadılar. Organizasyonda bu sene göze batan tek değişiklik, 2.tur maçlarının toplamda 1 ayın tamamına yayılması. Yani önümüzdeki 4 hafta maçsız geçmeyecek bizim adımıza. Hatta UEFA kupası maçlarını da hesaba katarsak haftasonu kadar yoğun bir maç takvimi bizi bekliyor haftaiçinde de.

Gelelim eşleşmelere. Tabii ki herkesin beklediği eşleşme Inter-Chelsea. Mourinho'nun popülerliğinin de bunda etkisi çok büyük ancak her iki takım da bu sezon çok formda ve deyim yerindeyse taş gibiler. Öncelikle bu önümüzdeki 2 haftanın maçlarını değerlendirelim.

Lyon-Real Madrid: 2005 ve 2006'da ardarda aynı gruplara düşen iki takım bu sene de 2.turda karşı karşıya geliyor. Bu 4 maçta Real'in hiç kazanamadığını söylersek sanırım onları ne kadar zorlu iki maçın beklediğini anlayabiliriz. Lyon bu sene artık yapmak zorunda olduğu o kabuk değiştirme operasyonuna gitti. Benzema'nın gidişi ve Lisandro Lopez, Gomis, Pjanic, Bastos, Cissokho ile yenilenen takım aslında sezona da fırtına gibi bir başlangıç yapmıştı. Özellikle Lisandro'nun olağanüstü formu, bu yenilenmenin ne kadar doğru bir hamle olduğunu gösteriyordu. Ancak bu formu devam ettiremediler ve özellikle ligde aldıkları başarısız sonuçlar onlar adına soru işaretleri oluşturdu. Şimdi de sürekli başlarına bela oldukları Real Madrid'e bir kez daha sorun çıkarmak istiyorlar.
Real ise son haftalarda çok formda. Ronaldo ve Kaka nihayet aynı anda formdalar ve Higuain de sakatlıktan geri dönüyor. Bu senenin herkes adına büyük hayalkırıklığı Benzema da eski takımına karşı oynayabilir ama yüksek olasılıkla kulübede oturacaktır maçın başında. Gerçi Lyon teknik direktörü Claude Puel, Benzema'nın gelişme kaydettiğini ve maçta oynayacağını umduğunu söyleyerek eski oyuncusuna jest yapmak istemiş olabilir ancak bu sözlerinin arkasındaki farklı bir anlam da olabilir.
Peki hangi taraf tura yakın? Real Madrid'in formda olduğu bir döneme denk gelmesi ve 5 seneden beri çeyrek finale kalamamanın verdiği açlık onları çeyrek final için avantajlı konuma getiriyor. Lyon mutlaka direnecektir ancak Real turu Fransa'da dahi geçebilir.

Milan-Manchester United: Inter-Chelsea eşleşmesinden bir kademe daha aşağıda görülmesinin en büyük sebebi Milan'ın birkaç sezondur formsuz ve iddiasız günler geçirmesi. Özellikle kadro yenilenmesini başaramadıkları ya da tam anlamıyla yapamadıkları için rakiplerinden bir adım geride kaldılar. Şu an itibari ile ManU önünde bir şansları olacaksa, bu 2-3 aydır eski Ronaldinho sinyalleri veren Brezilyalıya ve sakatlıktan dönen Pato'ya bağlı. Ancak Manchester'ın Flether-Scholes-Carrick'li ortasahası fiziksel açıdan Milan'a göre çok yukarılarda. Tabii ki bu senenin en formda golcüsü Rooney de ibreyi onlara çeviren en önemli etken. Gecenin en hassas adamı da eski takımına karşı ilk kez oynayacak Beckham olacaktır dersek yanılmayız sanırım.

Porto-Arsenal: Tüm eşleşmeler arasında en zorlularından biri. Her sene yeniden küllerinden doğan Porto'nun yapılanması kesinlikle analiz edilmesi ve dersler çıkarılması gereken bir olgudur günümüz futbolunda. Bu sene isimsiz oyuncular ile yine ilk 16'dalar. Kendi evlerindeki inanılmaz oyunları, Arsenal'in deplasmandaki sıkıntılarına eklenince ilk maçı çok önemli hale getiriyor. Arshavin'in sakatlığı ise bu maçta en çok ihtiyaç duyacakları oyuncularından yoksun kalmaları demek oluyor. Porto'nun yarın akşamki maçta gol yemeden alacağı 1-0 lık bir skor bile onlara çeyrek final kapısını açabilir.

Bayern Münih-Fiorentina: Fiorentina grup maçlarının en iyi takımlarından birisi olsa da şu anda Avrupa'nın belki de en formda takımına karşı oynayacaklar. Bayern'de Ribery-Robben-Gomez sağlıklı ve formda. Fiorentina ise bir kez daha golcüsü Mutu'nun ihanetine uğradığı için ondan yoksun. İlk maçların en gollü maçlarından birisi olması beklenebilir. Bayern çok zorlanmadan çeyrek finale çıkacaktır.

Kalan maçların analizini ise önümüzdeki haftaya bırakalım. Dünya'nın en üst düzey futbolunun oynandığı bu ligde yine çok keyifli maçlar izleyeceğimizden eminim.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Juninho, Pirlo ve Tsubasa




Güzel frikik denince çoğunlukla aklımıza ayakiçi ve 90 tabir ettiğimiz yere yapılan kesme plase vuruşlar gelir. Mahalle maçlarında, "Doksandaki örümcek ağlarını" almak için bu tarz vuruşlar denerdik bıkmadan usanmadan.

Ancak Dünya'nın gelmiş geçmiş en iyi frikikçileri arasında farklı vuruş stillerine sahip oyuncular da var. Brezilyalı ve eski Lyon'lu Juninho ile İtalyan Pirlo bu farklı stile sahip iki oyuncu. Toptan sadece bir iki adım mesafesinde açılıp, ayaklarının üst kısmı ile yaptıkları ve topun ayaktan çıkış anından sonra aniden ivmelenen vuruş şekilleri bildiğimiz ve daha çok aşina olduğumuz frikiklere göre oldukça farklı. Düz bir vuruş gibi gözükse de kalenin hemen önünde ya da kalecinin eline temas ettiği anda inanılmaz bir falso kazanan bu vuruş stilini gösteren iki süper golü aşağıda paylaşıyorum. Ayrıca bu vuruş stilini bizden deneyen ve bazen bu tarz gollerini görebildiğimiz Mehmet Topuz ve Hamit Altıntop'u da belirtmeden geçmeyelim. Hamit'in 2 sene önce elemelerde Norveç'e attığı iki frikik golünde, her ne kadar kaleci Myhre'nin hatası olsa da, Hamit'in düz ama kale önünde kavis alan vuruşlarının da bu hatalarda büyük etkisi vardı. Yine Mehmet Topuz'un bu sezon başında İstanbul'daki Twente maçında attığı gol, bu stile yakın bir vuruş tekniğini andırmıştı bana.

Üstte de bu vuruşun sanal kahramanlarından Tsubasa var. Çocukluk kahramanlarımızdan bu çizgi futbol starının yaptığı "kartal vuruş" ları hala anılarımızın bir köşesindedir sanıyorum. Videoları izlerken dikkat edin. Birazcık da olsa andırmıyor mu Tsubasa'yı?

Soru: Tsubasa'nın sadık izleyicileriden olup da arkadaki 11 numarayı hatırlayabileniniz var mı?
Cevap: Tsubasa'nın ileri uçtaki partneri Taro Misaki!





Pirlo amazing free kick
Yükleyen herbert_m85. - En yeni ve en heyecanlı spor videolarını keşfedin.

Barça ≠ Xavi+Iniesta




Dün akşamki Atletico-Barcelona maçı Katalanlar'ın bu sezon ilk kez yenildiği ve hatta ilk kez geriye düştüğü maç oldu. Bu maçı Barcelona için bir istisna olarak kabul etsek de aslında oynadıkları o inanılmaz futbolun defans hattındaki eksikliklerle bile sekteye uğrayabileceğini gördük. Maça ortadaki klasik 3'lüsünden Iniesta'yı ileri 3'lünün soluna, onun yerine de Keita'yı çekerek başladı Pep Guardiola. Ancak Keita'nın erken sakatlığı Pedro'nun oyuna, Inıesta'nın da orjinal yerine dönmesine yol açtı ve Barça Henry dışında klasik 6'lısına geri döndü. Peki o zihinlere kazınan "uzay topu" nu bu sefer neden oynayamadılar?

Pek tabii ki hiçbir takım makina düzeninde sonsuza kadar aynı oyunu oynayamaz. Ancak Barça orta sahasının bu kadar pasa dayalı ve yaratıcı oyununda, gerideki adamların da ne kadar önemli bir rolü olduğunu anladık. Alves ve Abidal'ın ileri çıkışları esnasında orta sahadaki pas trafiğinin içine dahil olmaları ya da Pique'nin geride vakit kaybetmeden merkezdeki o 3'lünün ortasına attığı 20-30 metrelik derin paslar, aslında sarsılmaz görünen bu sistemin çok önemli parçaları imiş. Yani aslında Barcelona sadece Xavi ve Iniesta'dan ibaret değilmiş. Maxwell ve Jeffren bu bindirmeleri yeterli düzeyde yapamadıkları için bu organizasyonun içine dahil olamadılar. Buna Ibrahimovic'in durağan oyunu da eklenince, o hareketli, baş döndüren oyunu göremedik dün akşam.

Peki Atletico buna karşılık ne yaptı? Dün bana göre dengeyi onların tarafına kaydıran en önemli etken, Reyes'in serbest adam rolünde bazen sağda bazen ortada ama sürekli dikine oynaması oldu. Önünde de kendisi gibi hızlı iki adam (Forlan ve Aguero) olduğu için ortadan ani çıkışları çok etkili oldu Reyes'in ve Atletico'nun. Bunu ikinci yarıda ortaya kadar gelen Aguero ile de denediler birkaç kez. Ve sonuçta çok hücumcu ile ama son yıllardaki maçların aksine az gollü bir oyun ile kazandılar 2010'un ilk Atletico-Barça maçını. Bundan önceki son 4 maçta sırasıyla 6-7-7-7 golün atıldığını söylersek bu maçın gol açısından nispeten kısır geçtiğini de görebiliriz.

Barcelona için ise iki kötü haber daha geldi bu maçın sonunda. İki haftadan beri ardarda kurbanlar verdikleri sakatlığa bu sefer Xavi ve Keita'yı da kaptırdılar. Onların da iki haftadan uzun sürecek sakatlık haberleri, sezonun belki de en kritik dönemecinde yakasına yapışan illet oldu Barcelona'nın. Real Madrid'in nefesini enselerinde hissetmeye başladılar ve Şampiyonlar Ligi'nde Stuttgart ile oynayacakları maç öncesi de bu sakatlıklar yüzünden büyük sıkıntı içine girdiler.

14 Şubat 2010 Pazar

Doğru oyun, yanlış skor



Skor yanılgısına düşülebilecek bir maç yaşandı bu akşam Manisa'da. Eğer Fenerbahçe 97. dakikada golü bulmasaydı, ya da Manisaspor o 3 dakikayı daha akıllı oynayabilseydi, Fenerbahçe 1 puan bile alamadan kapatacaktı bu haftayı.

Oysa Fenerbahçe maçın hemen başında golü bularak, dakikalar geçtikçe direnci artabilecek Manisaspor'u da taktik disiplininin dışına itmeye zorlamıştı. Ancak Manisaspor bu gole rağmen yine de çok açılmadı ve Fenerbahçe'ye orta sahada oyun kurma anlamında istediği gibi oynamasına izin verdi. Özellikle Özer ve Mehmet Topuz üzerlerinde fazla baskı olmayınca çok rahat pas yapma ve katederek oynama fırsatı buldular. Zaten istatistiklere baktığımızda, Fenerbahçe toplam ve isabetli pas kategorilerinde Manisaspor'u ikiye katlamış. Özellikle Özer'in mükemmel oyun okuma yeteneği, bu tarz maçlarda rakibi çözme açısından en büyük silahı oldu sarı lacivertlilerin. Christian'ın önündeki 5'li çok hareketli bir oyun ortaya koydu. Özellikle Semih ve Özer takıma katılınca durağan bir oyundan hareketli, pas yapan ve öne oynayan bir takım haline geliyor Fenerbahçe. Haftaiçi oynanan Bursa maçındaki oyun ile kıyaslanınca apaçık ortaya çıkıyor bu.

Manisaspor 2-2'ye rağmen, Fenerbahçe'nin kısa pasla ayağa oynadığı oyuna, önde baskı kurarak karşılık veremedi. Dahası bunu denemedi bile. Onlar oyunu kabullendikçe sürekli geriye çekilmek zorunda kaldılar ve çok atak yediler. Fenerbahçe skoru değiştirmek için doğru organizsyonlar denedi ancak başaramadı. Burada Manisaspor'da İlker Avcıbay'ın sakatlanması ile oyuna giren kaleci Bulut'un soğukkanlı oyunu da onların maça tutunmasını sağladı. Bir kaleci için belki de en zor olabilecek durumda sahaya girdi Bulut. Isınma imkanı bulamadan ve sürekli hücum eden bir rakibe karşı...

Reha Kapsal'ın ilk yarıda yaptığı Kemal-Mehmet Nas değişikliği çok yerindeydi. Üstüste yaptığı hatalı paslar ile oyundan çabuk düşen genç Kemal'in yerine daha dirençli Mehmet Nas'ı alması ve bu müdahale için fazla beklememesi yerinde bir karardı. Ancak ikinci yarıda özellikle 70. dakikadan sonra çok geri çekilen takımının ortasahasına bir müdahele yapmaması ise bize göre eksik tarafı idi. Ancak burada tek bir oyuncu değişlik hakkı kalmış olması Reha Hoca'nın bir mazereti olarak da kabul edilebilir.

Özet olarak, Fenerbahçe oyun olarak şu anda rakiplerinin bir seviye üstünde. Özer ve Semih bu sistemi işleten oyuncular olarak ön plana çıkıyorlar. Kazanabilecekleri bir maçı da, rakibi tamamen çözebilecek ikinci golü bulamadıkları için sadece 1 puanla tamamladılar.

Evden kaçan gelinin hikayesi



Yaz döneminin olaylı Mehmet Topuz transferinin başkahramanı Kayserispor, şimdi de Ali Turan transferi ile gündemde. Neresinden tutsak elimizde kalan bir olay olmaya başladı Ali Turan'ın Galatasaray'a transferi hikayesi. Türk futbolu "futbolcu kaçırma" dönemlerini belki çoktan aştı ama hala bazı transferlerde olanlar inanılır gibi değil. Hani iş uzadıkça futbolumuzdaki sakat taraflar da çorap söküğü gibi ortaya çıkmaya başlıyor.

İlk yarının bitimiyle Galatasaray ve Ali Turan haberleri medyada yer almaya başladı. Futbolcunun kulübünden izinsiz olarak Galatasaray ile anlaştığı ama Kayserispor'un kaptanını satmaya yanaşmadığı ve Galatasaray'ın birkaç sene evvel Gökhan Ünal üzerinde denediği "ayartma" taktiğinden Kayserispor'un oldukça rahatsız olduğu haberleri hikayenin en başında yer alan bazı başlıklardı. Ali Turan'ın sözleşmesinin sezon sonu biteceği ve futbolcunun serbest kalacağı gözönüne alındığında, burada başta medyaya yansımayan parada anlaşamama gibi bir durumun olduğu çok açık. Kayserispor yönetiminin Galatasaray'ın kendilerinden izinsiz olarak oyuncuları ile görüşmesine gösterdiği tepki haklıdır ancak transferin son gününde dahi hala yönetimler düzeyinde pazarlığın devam etmesi insanın aklına evden kaçan gelin hikayesini getiriyor. Gelin babasından izinsiz evden kaçar, baba başta bağırır çağırır, vermem der ama sonra başlık parası ister. Bunda da anlaşamayınca kızını alır, eve kapatır. Basit bir Türk filmi senaryosu ama olanları düşününce bu benzetme pek de yanlış olmuyor. Hemen akabinde gelişen olaylarda, Ali Turan'ın ne olursa olsun, renklerini değil ama takımını değiştirme isteği, Galatasaray'ın son gün yaptığı ve bir önceki tekliften daha düşük olan teklif, Kayserispor yönetiminin tepesini attırması ile şimdilik suya düştü. Hikayenin bundan sonrası ise malumunuz. Ali Turan'ın kadro dışı kalması, yönetimlerin mahalle kavgasına dönen dalaşmaları, Kayseri-Galatasaray maçı öncesinde Haldun Üstünel'in Ali Turan'ı evinde ziyaret edip "Sene sonunu bekle, seni alacağız" demesi üzerine gerilen ortam...

Bugün yazılan haberler ise, bu söylediğim sakat yanlardan bir başkasını ortaya koyuyor. Futbolcuların transfer bedellerini yapılan sözleşmelerden düşük göstermek maalesef bizim kulüplerimizin başvurduğu büyük bir aldatmaca. Kayserispor'un da Ali Turan ile iki sözleşme yaptığı ortaya çıktı. Özel anlaşmada yazan rakam 864 bin lira iken, TFF'ye gönderilen resmi sözleşmede yazan rakam 175 bin lira olduğu iddia ediliyor. Bu özel sözleşmenin de ne olduğunu ve yasanın neresine sıkıştırıldığını ya da hangi açıktan yararlanıldığını çok merak ediyorum. Eğer yazılanlar doğru ise bu düpedüz vergi kaçırmaya giriyor. Diyoruz ya neresinden tutsak elimizde kalan bir olay. Basit bir transfer hikayesinden, vergi kaçırmaya kadar uzanan bir vaka...

Kayserispor'un oyuncusuna ve Galatasaray'a karşı tutunduğu agresif tavır, haklıyken haksız duruma düşmelerine neden oluyor. İşleri bu kadar uzatıp, hem zirve mücadelesi yaptıkları bir dönemde takımın konsantrasyonunu bozmaları hem de para kazanacakken hem parayı hem de kaptanlarını kaybetmeleri son yıllarda iyi işler yapan yönetimlerinin bir hatası olarak kayıtlara geçti.

Hırçın bir politika izlemeye başladılar maalesef. Geçen hafta içinde Türkiye Kupası'nda Galatasaray'ı eleyen Antalyaspor'u resmi sitelerinden tebrik etmeleri de akıl alacak gibi değil. Kayserispor'un bir futbol gücü olmasını diliyoruz elbette ama bu tarz agresif tavırlar içerisine girip "garip" ittifaklar oluşturma çabası ile değil, sahada ortaya koydukları oyun ve doğru yönetim politikaları ile.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Futbolun Jenerik Müziği


90'lı yılların benim için iki efsanesinden biri Voltron ise diğeri "Avrupa'dan Futbol" dur. Birbirleri ile çok alakasızlar ama çocukluktan ergenliğe geçişin iki simgesidir onlar. Mahalle maçlarının etkisiyle futbol aşkına kendimi kaptırmaya başlamışken, tek kanallı televizyondan Avrupa futbolunu izleyebileceğiniz yegane programdı "Avrupa'dan Futbol".

O unutulmaz jenerik müziğini arıyordum bir süredir. Maalesef Google bana fazla yardımcı olamadı bu sefer. Yine de bir forumda, el emeği ile yapılmış bir versiyonu rast geldi. "Anılar" köşesine koydum, arada nostalji yapıp o eski günleri yadedebilmek için. Ve her dinleyişimde aklıma gelen o efsane Liverpool takımının, bana futbolu sevdiren en önemli şeylerden biri olduğunu tekrar hatırlayabilmek için...

Yandaki resimde ise bir dönemin kapanıp, bir diğerinin açıldığını simgeleyen iki Liverpool efsanesini görüyorsunuz. Ian Rush koltuğunu Robbie Fowler'a devrederken, benim anılarımda onlar bu fon müziği ile beraber yerlerini alıyorlardı. Robbie Fowler'ın önderliğindeki bu yeni takım, her biri ayrı birer yazı konusu olabilecek Stan Collymore, Steve McManaman ve John Barnes'lı kadrosu ile futbolun Avrupa'da bir başka oynandığını gösteriyordu sanki bana.

80'li yılların başında doğan futbol tutkunlarının huzurlarına bu eseri, yani "Futbolun Jenerik Müziği" ni gururla sunarken, yapan arkadaşların da eline sağlık diyorum. Maalesef isimlerini bilmediğim için bu köşede "anonim" olarak kalacak parçaları. Tabii ki sık sık "Tavanarası" ndan çıkarılıp dinlenilmek üzere...

İşte 2010'un en formda takımı



Bundesliga'da üstüste alınan 9, resmi maçlarda ise 12 galibiyet, Bayern'i tartışmasız 2010'un en formda takımı yapıyor. 22 Kasım'da Leverkusen karşısında Alianz Arena'da alınan 1-1'lik beraberliğin ardından Van Gaal'in ne zaman gönderileceği için tahminler yapılmaya başlanmıştı. Beckenbauer bu kez acele etmedi ve bu antipatik ama büyük taktisyene güvenmeyi tercih etti. İşte tarih 13 Şubat ve Bayern zirvede Leverkusen ile beraber, ayrıca Şampiyonlar Ligi'nde 2. turda haftaya karşılaşacağı Fiorentina'nın da dizlerini titretir bir konumda.

Bayern Münih bu 9 maçlık seride 29 gol attı ve çoğu maçta göze hoş gelen bir oyun oynadı. Ribery'nin takıma dönmesi ve Robben'in sürpriz biçimde sağlıklı kalması ile 4-3-3'ün ideal ileri üçlüsünü kullanabildi Van Gaal. Gomez-Ribery-Robben üçlüsü belki de Avrupa'nın bu sistemi oynayabilen en iyi birkaç 3'lüsünden biri. Robben ve Ribery'nin kırılganlıkları bu sistemin işlemesini tehdit eden en büyük unsur ancak onlar artık istikrarlı bir biçimde sahada kalmayı başarabiliyorlar. Van Gaal de bu süre zarfında bu ikiliyi zaman zaman dinlendirerek verimli kullanmaya çalıştı. Bu ikilinin aynı anda sahada oldukları dakikalarda ise, sezonun flaş isimlerinden Thomas Müller'i de orta üçlüye çekip ortasahada takıma dinamizm kazandırdı. Ve çıkan sonuç ortada.

Sonuna kadar gidebilmeleri Robben-Ribery ikilisinin ne kadar sağlıklı kalacaklarına bağlı. Ancak Van Gaal birkaç sezondan beri uzak kaldığı üst düzey rekabeti çok özlemiş ve sonuç almadan da ipin ucunu kolay kolay bırakacağa benzemiyor.

İki sol bek + İki sağ açık = Sıfır oyun



Gaziantepspor'u maç maç takip etme şansımız olmasa da, bu akşam aldıkları galibiyetin sezonun en rahat galibiyetlerinden biri olduğunu tahmin etmek çok zor değil oynanan oyuna baktığımızda. Elbette Beşiktaş'a göre herşeyden önce daha istekli, bunun yanında daha organize ve akılcı bir oyun oynadılar ki galibiyeti getiren de bu idi. Zaten iki takımı izlerken, kırmızıların dersine iyi çalışmış ve ne yaptığını bilen, beyazların ise ödevlerini son geceye bırakmış ve sonra da yarın dersten önce yaparım diyerek geçiştiren iki öğrenci aklına geliyor insanın. Beyazlar, aynen hocaları gibi haftayı hasta olarak geçirmiş, derse gelmemek için ateşi çıkmış numarası yapan öğrenciye benziyordu. Peki nasıl bir oyun oldu?

Geçen hafta Gençlerbirliği maçından sonra yazdığım gibi, yer yer iyi oyunlar ortaya koysa da Beşiktaş'ta organizasyon eksikliği, takımın istikrarlı olarak hem sezonun genelinde hem de maçın içinde iyi performans göstermesini engelliyor. Hafta arası Beşiktaş teknik kadrosunun, nasıl bir taktik belirlediğini ya da rakibe yönelik hangi hamleleri ortaya koyduğunu anlamak neredeyse imkansız. İşte bu da onların sahada organize olmasını engelliyor. Yetenekleri sınırlı olan Fink'in ilk yarı boyunca araya top atma konusundaki ısrarı ve bunu becerememesi, Beşiktaş'a top kaybı olarak geri döndü. Tabata sık sık geriden top çıkarmak için hamleler yapsa da, pas alışverişinde yanında takım arkadaşlarını bulamadığı için oyun kuramadı. Çünkü Gaziantepspor belli ki dersine çalışmıştı. Gençlerbirliği gibi boş alan bırakmadılar Beşiktaş'a. Bu durumda hücum için ikinci opsiyonunuz kanat akınları olmalı. Ancak Beşiktaş'ın kanatları sanki bilerek işlevsiz hale getirilmiş gibiydi. Solda, geride Üzülmez, önünde Köybaşı ile başladı oyuna Denizli. Ancak her ikisi de bek gibi oynamaya çalışınca bu kanattan verim alamadı Beşiktaş. Hatta kimi zaman oyun içinde pozisyonlarını şaşırdıkları bile oldu bu oyuncuların. Sağ kanatta ise, sol kanatta olan beklerden biri bile yoktu. İki açık oyuncusu Ekrem ve Holosko'nun olduğu kanat, defansif açıdan oldukça eksik kaldı. Ekrem için her maçtan sonra, onun "iyi niyetli oyununa" yapılan takdir, maalesef onun bek oynama konusundaki yetersizliğini açıklamaya yetmiyor. Hızı ile ters kademelere girmeye çalışsa da rakibi karşılamada ve özellikle o bölgeye atılan hava toplarında çok yetersiz kalıyor. Julio Cesar'ın golünde rakibi karşılayamadığı gibi, yine aynı oyuncunun altıpastan kaçırdığı yüzdeyüzlük pozisyonun başlangıcında rakibine kolay bir hava topu verdi. İşin özeti sağda iki açık, solda ise iki bek vardı ama topladığımızda "bir bek ve bir açık" lık oyun koyamadılar ortaya.

Beşiktaş hücumcularının artık yılan hikayesine dönen form tutamama durumları aşikar. Ancak şu anda onları zirvenin kıyısında tutacak kadar puan toplamalarının sebebi olan iyi defansif kurguları ve oyun oynama arzularını kaybedince, ortaya vasatın altında bir takım çıkıyor.

Önünde çok kritik 2 hafta var Beşiktaş'ın. Üstlerinde yer alan iki takıma karşı kaybedecekleri tek puan bile, zaten uçurumun kenarında yürüyen takımı aşağı itecektir.

12 Şubat 2010 Cuma

Terry ile Bridge yanyana oynar mı?



Hafta arası oynanan Everton maçında Ashley Cole'un ayağının kırılması ile Dünya Kupası'na hazırlanan İngiltere'de solbek mevki için alternatif isimlere çevrildi gözler. Ashley Cole'un yetişmeme ya da hazır olmama durumuna göre, en azından hazırlık maçlarında yaz kadrosunu oluşturmak için bu bölgeye isim arayışına şimdiden başlamıştır Capello.

Forma için en güçlü adaylar arasında Wayne Bridge de var. Veeee akla hemen hemen herkesin düşündüğü aynı soru geliyor.

Terry ile Bridge yanyana oynar mı?

Yıllardır Sergen-Mehmet, Sergen-Tümer ya da Alex-Emre yanyana oynar mı diye sorar dururuz. Şimdi aynı soruyu bir stoper ve bir sol bek için soruyoruz. Sebep ise malumunuz...Magazine bayılan İngiliz spor medyasının ağzında çiğnediği son sakız ise, Terry'nin, eşini Bridge'in eski sevgilisi ile aldatması ve bunun açığa çıkması ile Terry'nin Milli Takım kaptanlığının elinden alınması olayı oldu. Ashley Cole'un sakatlığı ise onlara güzel bir malzeme daha vermiş oldu.

Bekleyip göreceğiz. Gerçekten Terry ve Bridge yanyana oynayabilecek mi, yoksa aralarına üstteki resimde görüldüğü gibi bir üçüncüyü alacaklar mı?

2007 yılında Chelsea'nın bir Carling Cup maçında çekilen yukarıdaki fotoğrafta ortada yer alan hanımefendi kim diye sorarsanız, Premier Lig'i Dallas'a çeviren bu aşk üçgeninin baş aktrisi Vanessa Perroncel'in ta kendisi. Kimbilir şu ana kadar manken olarak sürdürdüğü kariyerine belki bundan sonra İngiliz Milli Takımı'nın tandeminde devam eder!

5




Nedir bu 5 sayısı diye merak edenleriniz için, hemen cevap veriyorum. Yerel saatle bu geceyarısı başlayacak olan 2010 Vancouver Kış Olimpiyatları'na katılacak Türk sporcu sayısı. Yıllardır yaramızdır, olimpiyatlarda halter ve güreş dışında elle tutulur başarılarımızın olmaması. Kış olimpiyatlarında da maalesef henüz bir madalya bile kazanamamış durumdayız. Bu sene de olimpiyatlara sadece 5 sporcu ile katılabiliyoruz.

Sebebini de tabii ki ülkemizin "yazları kurak, kışları ılık ve yağışlı" ikliminde aramamak lazım. Zira sporda başarı ya da başarısızlık kıstasımız, her nedense genelde spor dışı sebeplerle belirlenmeye çalışılır. Örneğin "Neden 3 yanı denizlerle çevrili güzel ülkemizde Derya Büyükuncu dışında yüzücümüz yok" klişesi ne kadar tanıdık geldi değil mi hepimize? Ya da "70 milyonluk ülkede neden futbolcu yetişmiyor da dışardan devşiriyoruz" yakınmaları...

Spor kültürü, çevresel etkenlerden çok, sporun sizin toplumunuzun hayatında ne kadar yer tuttuğu ve tabiki devletinizin spor politikasının nasıl olduğuna bağlıdır. Kabul etmek gerekir ki, spor bizim insanımızın önceliklerinden biri değildir. Futbolun popülerliği de diğer spor dallarının kanını emiyor tabiri caizse. Hal böyle olunca amatör spor dalları için sponsorluk sistemi de çok verimli ve sağlıklı çalışmıyor. Kaynak sıkıntısı, yönetim sıkıntısı ve ilgi azlığı gibi faktörler biraraya gelince bu tablo karşımıza çıkıyor.

Olimpiyatların resmi sitesinden birkaç ülkenin kaç sporcu ile katıldığına baktım oyunlara. Örneğin Avrupa'nın nüfus ve yüzölçüm açısından en küçük ülkelerinden Andorra ve Liechtenstein 6'şar sporcu ile temsil edilecekler. Komşularımızdan Yunanistan 7, Bulgaristan ise 18 sporcusunu gönderiyor oyunlara.

Amacım tabi böyle basit sayısal bir kıyaslamaya gidip, bakın bizim yarımız kadar olmayan ülkelerden ne sporcular çıkıyor diye bir yargıya varmak değil. Ancak sporda başarı kriterinin, artık yönetimsel anlamda bu işe ne kadar ciddiyet ve istek ile yaklaşmamızla belirleneceğinin bilinmesi lazım. Kaynaklar ve genç nüfus hazır. Onlar sadece doğru yönetilmeyi bekliyorlar.

Katılan 5 sporcumuza da sonsuz başarılar diliyorum. Umarım ilk madalyamızı alacağımız sene bu senedir.

11 Şubat 2010 Perşembe

Finallerin Pehlivanına Elveda...



Türk sporunun yüzaklarından Kırkpınar yağlı güreşleri diyince akla gelen ilk isim Ahmet Taşçı'dır dersek yanılmayız sanırım. Benim için efsane olan başka bir isimden gelen kötü habere üzüldüm bugün. Önce 1994 yılında Taşçı'yı pes ettirerek, ardından da 1998 yılında rakibini bir kez daha yenerek, Ahmet Taşçı'nın yıllar süren saltanatını iki kere bozan Antalyalı pehlivan Cengiz Elbeye'dir bu isim. Altın Kemer sahibi, benim de hemşehrim olan Antalyalı Cengiz Elbeye, çok genç denilebilecek bir yaşta, 42 yaşında, beyin tümörü sebebiyle hayatını kaybetti bugün.

Aynen Ayrton Senna'ya başkaldıran Michael Schumacher gibi, Steffi Graf'a isyan eden Martina Hingis gibi ya da 70'lerin Brezilya'sına dur diyen Rinus Michels'in Hollanda'sı gibi Cengiz Elbeye de Taşçı'nın yıllar süren hükümdarlığına ilk başkaldıran pehlivandı belki. 90'lı yılların başından itibaren Kırkpınar'ın gördüğü en dişediş mücadelelerden birisidir Taşçı-Elbeye rekabeti. 94 ve 98'de kaybettiği finallere, 97'de rakibini alt ederek cevap vermişti Taşçı. Toplamda ise Kırkpınar'da 8 defa karşı karşıya gelen ikiliden, Elbeye'nin kazandığı iki müsabakanın da finalde olması onun finallerin pehlivanı olduğunu göstermişti.

Spor sadece futboldan ibaret değil elbet. Babamla beraber seyrettiğimiz Kırkpınar'ın benim için idol isimlerinden olan Elbeye'ye Tanrı'dan rahmet diliyorum. Toprağın bol olsun Cengiz pehlivan...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Gelenler, Gel(e)meyenler...

Türk futbol tarihinde yeni bir sayfa açmaya hazırlandığımız bugünlerde, yeni yapılanmanın sadece teknik kadroda değil, A-Milli takım kadrosunda ve altyapılarda da olması gerektiğine inananlardanım. Eğer konuşulduğu gibi Guus Hiddink ismi Milli Takım teknik direktörü olarak pazartesi günü açıklanır ise, hepimizin geleceğe daha umutlu bakması için bir sebebi olacak. Teknik kadronun analizini isimler netleşince yapacağım. Ama burada isimlerden bağımsız olarak, yeni yapılanmanın içine altyapıdan gelen oyuncuları ne kadar dahil edebileceğimiz ve 2012 hedefine ulaşmaya çalışırken, 2014 ve 2016'nın ekibini kurma konusunda ne kadar başarılı olabileceğimizdir önemli olan.

Yıldıray Baştürk, 2002 yılında Avusturya ile oynadığımız Dünya Kupası play-off maçında attığı gol ile Türk futbol kamuoyunu, yurtdışında yetişmiş, futbol hayatını oralarda sürdüren Türk oyuncuların da bizim futbol yapılanmamız içinde yer alması gerektiğine ikna etmişti. İşte 2000'li yılların başından bu yana yapılan çalışmalarla Yıldıray gibi birçok oyuncu milli takıma kazandırıldı. Bazılarından ciddi anlamda yararlanıldı ve hala yararlanılır iken, bazı oyunculardan beklenilen verim alınamadı. Belki yöneticilerimizin ihmali, belki de oyuncuların şahsi tercihleri ile birçok önemli oyuncu da Türk Milli Takımı'nda forma giymek istemedi, ya da bir diğer deyişle tercihini büyüdüğü, kültürü ile yoğrulduğu ve karnının doyduğu ülkeden yana kullandı. Zamanında Kubilay Türkyılmaz'ların, Mehmet Scholl'lerin başka bir ülke adına ter döküyor olmasını garip hatta kızgınlıkla karşılayan bizler de, Türk futbolunun artık Dünya futbolunda söz sahibi olması ile "tercih edilmeyen" konumda olduğumuz durumları gayet rahatlık ve olgunluk ile karşılayabiliyoruz. Şimdi bu yeni yapılanma sürecinde yapılması gereken, hiç kuşkusuz çok iyi bir oyuncu tarama komitesi kurup Dünya'nın dört bir ucundaki Türk oyunculara ulaşabilmek ve içlerinden yetenekli olanları keşfedip Türk futboluna kazandırabilmek. Bakalım yeni dönemde, farklı oyuncuları kadroda görüp, yeni yıldız adayları ile heyecanlanabilecek miyiz?

Şimdi biraz da hafızalarımızı tazeleyip, özellikle yakın dönemde hangi yıldız ya da yıldız adaylarını elimizden kaçırıp, hangilerini Türk futboluna kazandırabilmişiz bunlara bakalım. Aşağıdaki grafiklerde görüldüğü gibi, üstte elimizden kaçırdıklarımızdan, solda ise milli takımımızın çeşitli kademelerinde oynayan ve ilerisi için bizi daha üst seviyelere taşıyacaklarına inandığım oyunculardan oluşturduğum iki takım yaptım. Doğal olarak, atladığım ya da sizlerle aynı olumlu görüşleri paylaşmadığımız seçimler vardır bu kadrolarda, ancak içlerinde ilerisi için bize umut veren oyuncular da mevcut. Pek tabii ki, bizimle olmadıkları için içimizin buruk kaldığı oyuncular da.





Burada oyuncuların hepsi için ayrı ayrı değerlendirme yapmayacağım. Elimizden kaçırdıklarımız arasında özellikle Mesut Özil, Serdar Taşcı, Eren Derdiyok ve Gökhan İnler, Almanya ve İsviçre için üzerine uzun vadeli planlar yapılan hepimizin bildiği önemli oyuncular. Bu dört oyuncu da aslında şu an bizim aksayan bölgelerimizde ihtiyacımız olabilecek tipte oyuncular. Stoper Ömer Toprak ise Bundesliga'da Freiburg forması giyiyor. Maalesef bu yaz üzücü bir olay ile ismi gündeme gelmişti Ömer'in. Go kart pistinde geçirdiği bir kaza sonucu bir süre yoğun bakımda kalan genç oyuncu uzun bir aradan sonra tekrar formasına kavuştu. Şu anda Almanya Ümit Milli takımında oynayan genç oyuncu, stoper mevkiindeki eksikliğimiz ve kronik oyunu geriden kuramama hastalığımız düşünüldüğünde ileride kadromuzda olmadığı için pişman olmamıza sebep olabilir.

Gelelim Türk milli takımında oynamayı seçen, bizler için asıl önemli olan isimlere. Burada tabi, Hamit gibi, Önder gibi tecrübeli isimlere neden yer verdiğimi sorgulayabilirsiniz. Kanımca bu iki oyuncunun milli takıma verecekleri katkı henüz bitmedi. Yaş olarak da iki uluslararası turnuva daha görebilecek durumda olan bu oyuncular, formda olmaları ve forma bulmaları halinde katkı yapacaklardır.

Nuri Şahin ise Türk futbolunun "wonderkid" i olarak tanıtılmıştı hepimize. Özellikle mükemmel oynayp bir de gol attığı Almanya maçında herkesi ikna etmişti genç yıldız Türkiye'nin "10 numarası" olacağına. Ondan sonraki 2 sene içinde ise kariyeri istediği gibi gitmedi. Ancak şu anda, geçen sene kiralık gittiği Feyenoord'dan geri döndüğü Dortmund'da kaptanlık yapacak kadar iyi durumda Nuri. Umarız yeni yapılanmanın içinde önemli roller üstlenebilir. Tünay ve Tolgay ise Hamburg'da bu sene çok ciddi süreler almakta. En büyük avantajları ise teknik direktörleri Bruno Labbadia. Zirveye oynamalarına rağmen bu iki oyuncuya da kritik maçlarda görev verecek kadar güveniyor onlara Labbadia. Tünay ve Tolgay'ın Bundesliga'da edindikleri bu tecrübe, milli takım kariyerleri için de oldukça önemli. Sinan Bolat ise mevki olarak, Rüştü'nün bırakması ile ikinci kaleci krizine girmeye aday olan kaleci bölgemizde güvenebileceğimiz bir isim. Belçika liginde Standart Liege'de forma giyen Sinan, 88 doğumlu olmasına rağmen şimdiden, bir kaleci için oldukça iyi bir uluslararası tecrübe edindi bile. Diğer genç oyuncular Bayram, Aykut, Ergün ve Deniz henüz A-Milli takım seviyesi için yeterli olmasalar da oldukça potansiyelli oyuncular. Özellikle Aykut Demir'in Gençlerbirliği'nde gösterdiği performans ilerisi için çok olumlu. O da aynen Tünay ve Tolgay gibi teknik direktörü konusunda şanslı bir isim. Thomas Doll'un güvendiği ve çokça da ilk 11'de forma verdiği Aykut, sol bek için iyi bir yatırım olabilir futbolumuz adına.

Evet, Türk futbolu yine bir kriz sonrası çıkış arıyor. Bu iki 11, kaçırdıklarımız ile, kazandıklarımız ile aslında ne kadar büyük bir potansiyeli olan futbol ülkesi olduğumuzu gösteriyor. Her ne kadar "bizim ürünlerimiz" olmasalar da bizim toprağımızdan hepsi. Bu genç oyuncuları bıktırmadan, küstürmeden üzerlerine titreyerek kazandırmalıyız futbolumuza ki ilerde bu gibi birkaç 11 yapabilelim.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Ah Hocalarımız Ah!







Az önce, Uğur Meleke'nin Lig Radyo'da yayınlanmakta olan programında Türk futbolu adına dersler çıkarabileceğimiz ufak iki detay çalındı kulağıma. Önce haftanın flaş takımının teknik adamı olarak Ziya Doğan bağlandı yayına. Klasik "bu zafer nasıl kazanıldı" hikayesini anlatarak başladı sözlerine Ziya Hoca. Konunun aslına gelmeden, burada şunu söylemeden geçemeyeceğim. Elbette alt sıralardaki takımların kısıtlı imkanlar ile verdikleri mücadeleyi ben de takdir ediyorum ama haftalık başarıların ardından, sürekli sezonluk kahramanlık hikayeleri yazılması da bizim neden uzun vadeli projeler ve fikirler üretemediğimizi açıklıyor aslında.

Peki gelelim duyduğum o iki detaya. İlki Ziya Hoca'nın maçta yapacağı Erhan Şentürk değişikliğinden neden vazgeçtiği ile ilgili verdiği bilgi oldu. Ziya Doğan haftaiçi yaptığı çalışmaların tamamen kazanmaya yönelik olduğunu anlatırken, Uğur Meleke biraz da kinaye yaparak Erhan Şentürk gibi bir hücumcuyu oyuna alırken neden aniden vazgeçip yerine defansa yönelik bir oyuncu aldığını sordu. Hocanın cevabı ise trajikomikti açıkçası. Meğerse 4.hakem, Erhan'ın parmağındaki yüzük ile sahaya giremeyeceğini söylemiş ve bunun üzerine yüzük çıkarılmaya çalışmış ama başarılamamış. Aslında bu küçücük detay, 10-15 yıl geride kalan saha içinde takı takma saçmalığını bizim hala bazı beyinlerde aşamadığımızı gösteriyor. Sadece Erhan değil, özellikle hazırlık maçlarında buna dikkat etmeyen o kadar oyuncu ve hakem var ki şaşırmamak elde değil. Sporcu sağlığını tehdit etmesi bir yana, çok açık ve net bir kural olduğu halde, futbolcunun bunu hala algılayamayarak belki de maçı kazanmalarına neden olacak bir hamleden hocasını mahrum bırakmasıydı önemli olan. Daha önceki yazılarımda da yeri geldiğinde vurgulamıştım. Maalesef futbolcularımızın birçoğu, küçük ya da büyük, bu tarz profosyonellikle bağdaşmayan hareketleri yapıyorlar. Bu yüzden de yetenekleri doğrultusunda hakettikleri yerlere, bu mental eksikliklerinden dolayı gelemiyorlar. Burada ikinci nokta ise Ziya Doğan'ın bu detayı, iyi niyetle olmasına rağmen, medya ile paylaşması oldu. Biz bunu öğrendiğimiz için bu yorumları yapabiliyoruz ama oyuncusunu medyaya polemik malzemesi yapmış olması da Ziya Doğan adına kanımca iyi bir hareket olmadı.

İkinci detay ise Yılmaz Vural'dan geldi. Milli takımı kendisinin hakettiği yolundaki konuşmalarından arta kalan zamanlarda takım ve futbol ile birkaç sey duyabiliyoruz hocanın ağzından. Haklı olarak bu hafta oynadıkları RTE stadının zemininden şikayet etti. Bu kadar paranın döndüğü bu ligde, hala bu zeminlerde futbol oynamaları ile ilgili serzenişlerinde sonuna kadar haklı Yılmaz Vural. Ancak çözüm için kulüp yöneticileri ile konuşup, tanıdığı bir ziraat mühendisini zemini inceletmek üzere getirtmesini, çözüm adına bir aksiyon olarak göstermesi ise aslında bizim futbolumuz için çözümsüzlüğün tam başlangıcı oluyor. Maalesef bu kadar büyük problemleri, bu kadar küçük sözlerle normalleştirebiliyoruz. Evet, belki o, takımı adına iyi niyetle birşeyler yapmaya çalışıyor ama en azından kendi kulüp yöneticilerini eleştirme olgunluğunu göstermişken bunu sadece bir gün ile bırakmasa ve bu tarz çalışmaların daha uzun vadeli hesaplanması gerektiğini vurgulasa gözümüzdeki sempatisini bir kademe daha arttıracaktı.

Amacım bu iki ufak detaydan büyük büyük anlamlar çıkartıp, söylem ve eylem sahiplerini sopalamak değil tabi. Ancak bu detayları o kadar yaşıyoruz ve o kadar görüyoruz ki, büyük resme baktığımızda, futbol altyapısında ve futbol yöneticiliğinde neden geride kaldığımızın sebeplerinin aslında bu detaylarda gizli olduğunu da biliyoruz.

7 Şubat 2010 Pazar

Inter'in devre arası kapkaçı: Pandev




18 yaşında Ancona'da oynamaya başladığında, Makedonların efsanevi ismi Darko Pançev'in ardından Serie A'ya gelen ikinci Makedon oyuncu oluyordu Goran Pandev. Aslında Pandev'in ilk adresi Inter idi İtalya macerasında. Ancak oynama fırsatı bulamadan önce Ancona'ya, ardından da Stankovic karşılığında Lazio'ya gönderildi. İşte İtalyanlara kendini kabul ettirmesi ise Lazio forması altında oldu. 2005/2006 yılından itibaren düzenli olarak 10 gol barajını geçmesi ile bu zorlu ligin kalburüstü forvetlerinden biri oldu. Bu sezonun başında ise kontratından memnun olmadığı için kulübü ile arasında sorun oldu ve sezon arasında bedavaya, ilk gelişinde bir kez bile formasını giyemediği Inter'e bu kez bir yıldız olarak döndü.

Şu ana kadar Inter'de de çok iyi maçlar çıkardı. Özellikle Eto'o nun Afrika Kupası'nda olmasını iyi değerlendirdi. Hareketli ve agresif oyun yapısı onun en büyük avantajı. Golleri kadar gol bölgelerine yaptığı servislerle de çok etkili olan bir forvet. Belki Eto'o dönünce ilk 11'de başlayamayacak ama Mourinho'ya kendini ciddi şekilde gösterdi. Zaten Portekizli de 3-0 kazandıkları bugünkü Cagliari maçının ardından, maçta bir de gol atan oyuncu için "...Goran Pandev'in takıma yaptığı katkı ortada. Gerçekten iyi bir form grafiği çiziyor. Beni etkilemeyi başardı"
açıklamasını yaptı.

Pandev için bu devre arasının en iyi transferlerinden biri diyebiliriz. Bu transferi bedavaya kapatan Inter için de "devre arasının en acar hırsızı" dersek yanılmayız sanırım. 2-3 sene öncesine kadar oyuncu alıp harcaması ile ünlü Inter'de, artık ne kadar akıllı transferler yapıldığının da bir göstergesi oldu Pandev transferi.