27 Mart 2010 Cumartesi

Dinamik 4'lü


Geçen haftaki Kasımpaşa maçı ile beraber Beşiktaş'ın hem skor hem de oyun anlamında ezber bozduğu bir diğer maç oldu bu akşamki Eskişehirspor maçı. 2010 model Beşiktaş'ı nasıl tanımlarsınız desek herhalde en doğru cevap "Az pozisyon veren, zor pozisyona giren" bir takım olurdu. Gerçekten de sezonun genelinde böyle bir profil çizdiler. Ancak geçen haftaki Kasımpaşa maçı ve bu akşamki maç bu genel tanımın çok dışında oyuna ve skora sahne oldu.

Beşiktaş'ı analize başlamadan önce bu maçın önünde saygı ile eğilmek gerektiğini düşünüyorum. Bu sezonun en iyi 5-6 maçından ikisi geçen haftaki Kasımpaşa-Beşiktaş ve bu haftaki Beşiktaş-Eskişehirspor maçları dersek yanılmayız sanırım.

Gelelim maça...Yukarıda bahsettiğim "tanım dışı" karşılaşmaların arkasında yatan en önemli sebep tabii ki Beşiktaş'ın skor olarak bu iki maçta kritik anlarda geriye düşmesi oldu. Özellikle bu akşam maçın başlangıcından itibaren geride oynamak zorunda kalmaları onların iyi bildikleri oyunu oynamasına da müsaade etmedi. Hal böyle olunca organizasyon eksikliklerini sürekli tempo yaparak kapatmaya çalıştılar. Burada en büyük avantajları ise fizik güçleri üst seviyede olan oyuncuların başrolde olmaları idi. Ernst, Fink, Ekrem ve tabii ki Toraman'ı aksiyonun olduğu her yerde görmek mümkündü. Öyle ki ilk yarıda ani atakta yay civarından şut atarak gol arayan Toraman, ikinci yarının ortalarında son adam olarak Ümit Karan'ın ayağındaki topa müdahele edecek bir konumdaydı. Maça sağ bek başladı, 2-0 geriye düştüklerinde Ernst ve Fink'i daha önde kullanmak isteyen Denizli'nin hamlesi ile defansın önüne geçti, ikinci yarıda ise Ferrari çıkınca stoperde oynadı. Aynı maç içinde 3 mevkide oynayabilen bir oyuncunun aslında teknik anlamda daha üst düzeyde olması beklenebilir ancak Toraman'ın mücadele gücü ve konsantrasyonu o kadar yüksek ki bu kadar farklı 3 mevkiyi hiç aksamadan oynayabiliyor. Saygı duyulacak bir gelişim gösterdi son yıllarda...

Yukarıdaki 4'lüden geri kalanlar da yine maç içinde mevki değiştiren isimler oldular. Ekrem açıktan beke, Ernst ve Fink ise savunma önünde başlayıp dönüşümlü ileri çıkarlarken, ikinci yarıda orta 3'lünün sağ ve solunda oynayıp kanat varyasyonlarında hep başroldeydiler. Teknik olarak hiçbiri üst düzey oyuncu değiller ancak dinamizmleri, tempoları ve iş ahlakları üst düzey olan oyuncular bunlar. Zaten Beşiktaş bu sene bu kadrosuyla ve yararlanamadığı bu kadar oyuncuya rağmen hala zirve mücadelesi veriyor ise temel sebep bu tarz oyuncuların varlığıdır.

Eskişehirspor ise bu akşam maçın 20.dakikasında elde ettiği 2-0 lık avantajı korumak gibi bir duruma girmedi. Zaten Beşiktaş yediği bu iki tokat ile sarsılırken onları devirecek 2-3 net pozisyona da girmeleri onların geri adım atmak yerine bitirici hamleyi yapmayı amaçladıklarını gösterir. Ancak 3-0'ı bulamamaları ve defans hattında çok açık vermeleri ikinci yarıda onları psikolojik olarak etkiledi ve tedirgin oynamalarına sebep oldu. Belki Rıza Çalımbay orta sahaya bir takviye daha yapıp maç içinde Beşiktaş'ı o bölgede kilitleyebilseydi bu kadar pozisyon görmezlerdi kalelerinde. Bir de daha önce birkaç kere sol açıkta denediği Mehmet Yılmaz'ı özellikle Ekrem beke geçtiğinde o bölgeye kaydırabilseydi özellikle hava toplarında bariz bir avantaj elde edebilirdi ve onun indireceği toplarla formsuz Sivok-Ferrari'nin arasına orta sahadan adam sokabilirdi.

Beşiktaş adına değinilmesi gereken çok önemli noktalardan biri de az önce değindiğim Sivok-Ferrari'nin formsuzluğu. Son maçlarda yedikleri goller birbirine o kadar benziyor ki bunları sadece bireysel hata olarak değerlendirmek yanlış olur. Evet teker teker bakıldığında bireysel hatalar ancak Kasımpaşa maçında yenen goller, daha önceki Kayseri maçında yenen gol, bu akşam yenen ilk gol hep defans hattının ceza sahası içinde ve dengesiz durumda yakalanması ile gerçekleşti. Defans hattının lideri pozisyonundaki Ferrari'nin belki sakatlığın etkisi, belki de fizik olarak kendini hazır hissetmemesi yüzünden hattı yönetemeyip otomatik olarak geriye çekilmesi bu hatalara zemin hazırlanmasına sebep oldu.

Toparlamak gerekirse ligde son düzlüğe girilirken Beşiktaş bilindik oyun karakterinin aksi yönde performanslar ortaya koymaya devam ediyor. Ferrari-Sivok'tan gedik verirken, Toraman, Ekrem, Ernst, Fink'in dinamizmi sayesinde ayakta kalıyorlar. Ancak şu bir gerçek ki kalan 7 haftayı bu tempo ile oynamaları çok zor. Çünkü zaten eksik olan kulübe Tabata yüzünden iyice eksildi. Bu yüzden defans hattının toparlanması ile gerçek oyun karakterine geri dönmeleri olası bir şampiyonluğun anahtarıdır diyebilirim onlar adına.

25 Mart 2010 Perşembe

Koku

Bir yaz sabahı...
Elindeki parfüm kokusu ile uyanır küçük çocuk...
Babasının sesi parfümün kokusunu bastırır...
Kaç gündür, kaç aydır aynı parfüm kokusu ile uyanır hep...Tanıdık, bildik, sıcacık bir koku...
Çözemez, anlayamaz, yakalayamaz bu serseri kokuyu...
Uyku sersemi tam yakalayacakken babasının sesi giriverir araya...
Hem de bu yaz her sabah...
Elleri mi çok küçük, ondan mı tutamıyor kokuyu bilemez...
Nasıl güzel, nasıl çekici, nasıl yabancı ama nasıl da bildik bir koku...
Kim bu uykusunda onun küçücük ellerine dokunan yabancı...
Sahipsiz, yersiz, yurtsuz bir koku işte...
Neden bana musallat oldu ki bu şimdi diye sorar durur kendine yatakta...
Şimdi düşün dur bütün gün...
Elindeki parfüm kokusu ile gider babasının kucağına...
Öper, koklar onu babası...
Ellerini saklar babasından ya aynı kokuyu o da alırsa diye...
Ya sorarsa ve ben de cevap veremezsem diye korkar...
Kızarmış ekmeklerini yer, bal sürer üstlerine parfüm kokan elleriyle...
Ekmeğin üstüne siner bu yabancı ama bildik koku...
Elleri ile babasına dokunmaktan korkar, burnunu boynuna gömer acaba cevabı biliyor mudur diye...
Babasının gözleri yaşlıdır, hem de her sabah...
Her sabah onun yaşlı yüzüne dokunduğunda parfüm kokusuna karışır o ıslaklık...
Küçük çocuk ne zaman ellerine dokunsa babasının gözünden inen bir damla yaş eşlik eder onun ifadesiz bakışlarına...
Eksik olan birşey var, farkındadır ama çözemez...
O kocaman karanlığının içinde tek bir yüzü, tek bir sesi tanır küçük çocuk...Ama onun kokusunu bastıran çok yabancı ama çok bildik bir koku vardır...
Hiç göremediği bir kadının kokusudur o...
Her sabah uyanmadan babasının ellerine sürdüğü annesinin kokusudur o...
Yaşasa da hiçbir zaman göremeyeceği annesi ile tek bağdır arasında o koku...
Her sabah merak içinde uyanır...
Her sabah daha çok alışır ona...
Her uyandığında daha sıcaktır, daha az yabancıdır, daha çok bildiktir...
İçine çekip, içinde tutacağı kadar onundur artık o koku...
Sahibinin kim olduğunu bilmese de onundur artık...
En iyi arkadaşıdır onun...
Hiç görmediği, hiç duymadığı, hiç hissetmediği ama her gün kokladığı annesidir...

Selçuk Çakar!


Derbi öncesi yine gereksiz bir açıklama, bu sefer sürpriz bir isimden geldi. Bazen hakemlerin emekli olmalarının ardından, kamuoyundan ve onlara meslek hayatları boyunca cehennem hayatı yaşatan herkesten, ortalığı karıştıran böyle açıklamalar yaparak intikam aldıklarını düşünüyorum. Yoksa Selçuk Dereli de aklı başında bir insan profili çiziyordu hakemlik yıllarında. Yaptığı açıklamayı bir okuyun bakalım, başlıktaki imaya uygun mu?

"Şu anda Türkiye'de mevcut hakemler içinde en önde bulunan hakem Cüneyt Çakır. Onun bu maça çıkması son derece normal. Ancak bir saptamada bulunmak istiyorum. Geçen hafta Kuddusi Müftüoğlu'na haraket ettiği iddia edilen Aziz Yıldırım ile ilgili rapor tutup, disiplin kuruluna gönderten Serdar Çakır. Ertesi hafta maçın hakemi Cüneyt Çakır. Bunu kamuoyunun takdirine sunuyorum. Bu bana çok enteresan bir atama gibi geldi. Acaba müsabakanın devamında yaşanacak olaylardan sonra kamuoyu nasıl yorum yapacak, bunu nasıl değerlendirecek çok ilginç. Tabii Cüneyt Çakır bu maçlara verilmeli. Madem Türkiye'nin önde hakemi, Türkiye onu bu maçlardaki hakemlik yeteneğini de görmeli" 

Cüneyt Çakır iyi hakem. Onun bu maça verilmesi doğal...
Ama kimin oğlu?
Serdar Çakır'ın...
Eeee Serdar Çakır kim?
Geçen hafta Aziz Yıldırım'ı raporlayan adam...
Ama Cüneyt Çakır yine de iyi hakem...

Madem öyle bu açıklamanın ne gereği var. Zaten herkes ya Cüneyt Çakır'ı ya da Bünyamin Gezer'i bekliyordu. Ben eşeğin kulağına bir su kaçırayım da ortalık bir karışsın mantığı yani...İşte biz buna "Çakar effect" diyoruz literatürde...Hayırlı olsun nurtopu gibi bir "Ahmet Çakar" ımız oldu sanırım...

Çöpe giden bir proje


Şöyle bir düşünün Süper Lig'de ilk yarının sonundaki tabloyu. Aslında 16. haftada bu ligin yıldızı Kayserispor ve Tolunay Kafkas idi. İlk yarının son haftasında içeride aldıkları Antalyaspor mağlubiyeti ile 4.sıraya düşmelerine rağmen bu senenin "Sivasspor" u yine Kayserispor olarak görülüyordu. Gerek oynadıkları futbol, gerek içeride yenilmez bir takıma dönüşmeleri ve Makakula etkisi ile beraber, rüzgarı arkasına almış bir camia görünümündeydiler.

İlk devreyi liderin sadece 3 puanın gerisinde kapatmış iken neler oldu da şu anda lider Bursaspor'un tam 15 puan gerisine düştüler. Devre arası yorumlarında ikinci yarı için Bursaspor'dan daha potansiyeli ve prestiji olan bir mevkide iken şimdi iç meseleler ile boğuşup UEFA hedefinden bile tamamen kopmuş durumdalar. Önce Tolunay Kafkas seneye Kayserispor'da olmayacağını açıkladı, hemen ardından ise kulüpten resmi açıklama geldi Tolunay Hoca ile anlaşarak ayrılacaklarına dair. Aslında bu açıklama bile devre arası kulüpte baş gösteren Ali Turan krizi ve Bilal Aziz skandalının doğru yönetilememesi ile başlayan kaos ortamının göstergesi idi.

Yine o zamanlar yazdığım bir yazıda bu Ali Turan meselesinin onlara pahalıya patlayacağına değinmiştim. Disiplin ve rekabet uğruna kantarın topuzunu biraz fazla kaçırıp, Galatasaray ile didişmeleri, gereksiz açıklamalar yapılması ve sonunda da en önemli oyuncularından birini tamamen silmeleri ile bu kaçınılmaz son da geldi tabii. Bir kere zaten kadro sıkıntısı olan bu takımın bir de Ali Turan'dan faydalanmama gibi bir lüksü olamazdı. Ne oldu sonunda? O yenilmez hüviyette olan, taş gibi defansa sahip takım bir anda delik deşik oldu. İkinci yarıda 10 maçta sadece 9 puan toplayabildiler. Şimdi ise o kadar emeğin, çabanın üstüne Tolunay Kafkas ile devam etmeyeceklerini açıklayıp bu seneyi de çöpe attıklarını kabul ettiler.

Tolunay Kafkas, Kayserispor yönetiminin uzun süreli projelerinden ikincisi idi. Ertuğrul Sağlam ile başlayan genç, heyecanlı bir teknik adam ile uzun soluklu çalışma prensibi onunla devam etti. Nispeten başarılı ve istikrarlı 2 sezonun ardından, bu sezon daha üst sıraları, en azından Avrupa kupalarını zorlayacak bir takım yaratıp beklentilerini arttırdılar. Ancak bahsettiğim devre arası krizi yüzünden ikinci yarıda konsantrasyonları dağıldı ve yarıştan koptular. 14 Şubat'ta şu cümleleri sarfetmişim "Evden kaçan gelinin hikayesi" yazımda.


"Kayserispor'un oyuncusuna ve Galatasaray'a karşı tutunduğu agresif tavır, haklıyken haksız duruma düşmelerine neden oluyor. İşleri bu kadar uzatıp, hem zirve mücadelesi yaptıkları bir dönemde takımın konsantrasyonunu bozmaları hem de para kazanacakken hem parayı hem de kaptanlarını kaybetmeleri son yıllarda iyi işler yapan yönetimlerinin bir hatası olarak kayıtlara geçti." 

Amacım burada "bak ben demiştim" demek değil elbette. Sadece görünen köyün kılavuz istemediğini gözler önüne sermek bir kez daha. Siz bir şehir takımısınız ve bu kadar doğru transferler yapıp, doğru bir teknik adamla çalışma şansı yakalamışken bir hiç uğruna koca bir sezonu, daha doğrusu koca bir 3 sezonluk projeyi çöpe atıyorsunuz. Bazen "doğru yönetme" adına yapılan hamleler maalesef ters tepebiliyor. Bir kez daha sakin olmanın, soğukkanlı olmanın ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı yönetim felsefesinde.

Şimdi gelecek sezonun planlarını yapmaya başladılar haklı ve yerinde bir kararla. Öncelikli olarak teknik direktör meselesini halletmeleri lazım tabii ki. Basında yazılan iki isim ise Abdullah Ercan ve Hakan Şükür. İki isim de Kayserispor felsefesine uyacak isimler. Ancak burada kanımca Abdullah Ercan kesinlikle daha doğru bir tercih olacaktır. Yaklaşık 4 seneden beri U17 ve U18 ile belli bir tecrübeye sahip oldu.  Daha da önemlisi bu 4 senelik tecrübe Kayserispor gibi gençlere ve oyuncu yetiştirmeye önem veren bir kulüp için mükemmel bir "database" demek. Bu anlamda onlar Abdullah Ercan'dan, Abdullah Ercan ise Kayserispor'un "uzun vadeli çalışma" felsefesinden yararlanabilir ve ortaya uyumlu bir ikili çıkabilir.

Ancak Kayserispor'un ve yönetiminin herşeyden önce bu sezonki yönetim başarısızlıklarından ders çıkarmaları ve daha soğukkanlı olmaları gerektiğinin farkına varmaları gerekir. İlk defa onların oyuncularına talip olmuyor bir büyük kulüp. Bu kadar öfke ve gerilimden yine kendileri zararlı çıktılar herşeyin sonunda. Eğer bu zaafları giderebilirler ise Türkiye'nin en iyi birkaç stadından birine sahip, Furkan gibi Abdullah gibi, Eren gibi yetenekli gençlere sahip bu kulüp kesinlikle başarılı olacaktır.

18 Mart 2010 Perşembe

Geride kalan olmak...

Hiç hayatınızda "geride kalan" oldunuz mu?
Ben oldum, hem de birden fazla...Acıyı en derinden, anıları en canlı, kokuları en keskin, tatları an acı, gözyaşını en ıslak hissettiğin andır geride kaldığını hissettiğin an...
Sadece terkedilmek değil bu, hayatı ıskaladığını, bir defa daha ıskaladığını farketmektir...
Yalnız kaldığını iliklerine kadar hissetmektir...
"Evim" dediğin o kutuya girerken çıkmak istemek, çıkmak isterken geri dönmeyi istemektir...
Ne evindir ait olduğun yer, ne dışarısı...
Geride kalmak, arada kalmaktır...
Sıkışmak, soluk alamamak, ait olamamaktır...
Hapsolmaktır kendi yalnızlığının içine...
Parmaklıkların neresinde olduğunu kestirememektir artık...
Dışarı çıkmak isterken kapana kısıldığını hissetmek, içeri girmek, küçülmek isterken ise özgür kalmaktan korkmaktır...
Kendini aşamamak, kabuğunu yırtıp o kutudan çıkamamaktır...
İnanmamaktır...
İnandıramamaktır...
Kendi hayatının filmini çekerken senaryoyu başkasının yazdığını ama senin bozduğunu bilmektir...
Başrolü oynayanın sen olmadığını farketmek, kendi hayatında sadece bir figüran olduğunu anlamaktır...
Herkes ileriye giderken, olduğun yerde saydığını, herkesten daha yavaş olduğunu görmektir...
Zamanın da bir hızı olduğunu çözmektir...
Geride kalınca hayatın hızlı aktığını ama senin adımlarının hep yavaşladığını hissetmektir...
Hızlanmak istedikçe ayaklarının birbirine dolandığını görmektir...
Olduğundan daha da fazla yavaşlayamayacağını farkedip, zamanın durmasını istemektir...
Zaman dursun, herkes dursun, ben durayım diye haykırmaktır...
Zaman dursun...
Herkes dursun...
Ben durayım...

Mourinho'nun külleri


2004 yılında Jose Mourinho'nun Chelsea'ye gelmesi ile birlikte esmeye başlayan Portekizli rüzgarı anlaşılan bu yaz dinecek Londra'da. Bugün çıkan haberlere göre Deco, Paulo Ferreira, Ricardo Carvalho ile yollar bu yaz itibari ile ayrılacak. Bu operasyonun kapsadığı diğer olası kurbanlar ise Belletti ve Kalou olacak gibi gözüküyor.
  

Inter mağlubiyeti sonrası bu tarz bir operasyonın konuşulması son derece doğal. Abramovich'in bu takımı satın almasından beri en büyük rüyasının Şampiyonlar Ligi kupasını Stamford Bridge'e getirmek olduğu herkesçe bilinen bir gerçek. Hatta bu uğurda bu takımın temellerini atan ve onlara yıllar sonra Premier Lig'i kazandıran Mourinho'yu bile gözden çıkarabilmişti. Şimdi ise belki de ilk defa bu kadar favori olduğu bir sezonda Şampiyonlar Ligi'ne veda etmesinin faturasını onun bu takıma getirdiği oyunculara kesmesi de beklenebilecek bir hamle olur onun adına. Bu takım yaklaşık 5 seneden beri Avrupa'nın en üst seviyedeki takımları arasında, ancak bir türlü istenilen o kupa gelmedi Abramovich'in huzurlarına. Hal böyle olunca yeni bir yapılanma içine girilmesi de kaçınılmaz olacak gibi gözüküyor.

Chelsea bu elenmeye rağmen aslında bu senenin en formda ve en iyi takımlarından birisiydi, hala da öyle. Yukarıda adı geçen oyuncular ise bu başarıyı getiren kemik kadronun yavaş yavaş dışında kalmaya başlamışlardı zaten. Ferreria ve Carvalho bu takım için ancak iyi birer yedek konumuna geldiler. Ancak gerek bu oyuncular ile Chelsea'nın o basamağı bir türlü atlayamaması, gerekse de bu oyuncuların "iyi bir yedek" rolünü kabullenmeyecekleri düşünülürse onlar için Londra'da uzatmaları oynuyorlar desek yanılmayız sanırım. Deco'nun geçen yaz takımdan ayrılması bekleniyordu ancak Ancelotti belki de elinde iyi bir ortasaha alternatifi olması için bu sene Portekizliden vazgeçmedi. Ancak yeni bir yapılanmada daha iyi bir kadroya ve daha da önemlisi taze bir soluğa ihtiyaçları olacak. Bu yüzden de Cech, Terry, Lampard, Drogba iskeletini bozmadan, daha kaliteli yan rol oyuncuları bulunması gerekir. Geçen yaz transferin en sessiz takımlarından biri olan Chelsea sanırım önümüzdeki yazın en çok konuşulan ekiplerinden biri olacaktır. Her ne kadar kemik kadro korunacak olsa da Abramovich'in o bir türlü elde edemediği kupayı bu kez kaldırabilmek için büyük bir hırsla transfer piyasasına dalıp bir iki yıldız transfer etmeden duramayacağını tahmin ediyorum. Bu yıldız transferi muhtemelen Drogba'nın yanına gelecek ikinci bir santrafor olacaktır. Torres isimleri telaffuz ediliyor ancak onu Anfield Road'tan koparabilmek sadece paranızla elde edebileceğiniz bir başarı olmayacaktır.


Chelsea'nin gerçekten muhteşem bir omurgası var. Bugün yukarıda saydığım dörtlü belki de herkesin rüyalarını süsleyen en komple pakettir bugünün futbol piyasasında. Bugün Barcelona'da bile bu tarz bir 4'lü saymaya çalıştığımızda kalede ve defans hattında geride kaldıklarını görürürüz. Eğer Abramovich hırsının kurbanı olmayıp, bu kadroyu akılcı hamlelerle takviye ederse, önümüzdeki yıl Chelsea'nin Ancelotti ile beraber o rüyayı gerçekleştireceği yıl olabilir. Üstelik Mourinho'nun Londra'daki son küllerinden de kurtularak...

16 Mart 2010 Salı

Aşil'in Akhilleus'a ihaneti!


Milan-Chievo maçını izleyenler bir kez daha futbolun hüzünlü anlarından birine tanık oldular. Son dakikalarda David Beckham'ın topla yalnız başına ilerlerken aniden durup bileğine doğru eğilmesi önce tüm İngilizlerin, sonra Beckham'ın gözyaşları ile beraber tüm futbolseverlerin o dramatik ana tanık olmasına sebep oldu. Sakatlığının boyutunu anında farketmiş olacak ki sekerek saha kenarına gelmesinin ardından, belki de birkaç ay sonra tarihe geçme fırsatını kaçırdığını farkederek gözyaşlarını bırakıverdi yeşil çimlere. Aşil tendonun yırtılması ile 5-6 ay sahalardan uzak kalacak ve dolayısı ile uğruna düzenli oynama fırsatı yakalamak için Milan'a geldiği Dünya Kupası'nda da yer alamayacak Beckham. Böylece Dünya Kupası'na 4. kez katılacak olan ilk İngiliz futbolcu olma fırsatını da kaçırmış olacak.

Daha önce 2002 Dünya Kupası öncesi ayağının kırılmasına rağmen 3 ay gibi bir süreçte iyileşip geri dönebilmesi ve ardından 2006 Kore'de çeyrek final maçının ardından yine ciddi bir aşil tendonu sakatlığı sonrası 2 ay gibi bir sürede Real forması giyebilmiş olması, onun tüm medyatikliğine ve starlığına rağmen kendine çok iyi bakan büyük bir profosyonel olduğunu göstermişti. Belki Beckham bu kez aynı mucize geri dönüşü gerçekleştiremeyecek ama kimse onu 2 sene sonra Avrupa Şampiyonası'nda sahada görürse şaşırmasın. Çünkü o halen bu kadar büyük bir kariyere rağmen, başardıklarına rağmen, elinden kaçırdıklarına ağlayabilen gerçek bir profosyonel. O yüzden içimden bir ses İngiliz futbolunun "Akhilleus" u Beckham'ı son bir kez daha uluslararası bir turnuvada izleyebileceğimizi söylüyor.

15 Mart 2010 Pazartesi

Denizli Hamleleri


Maç hakkında yazılacak, çizilecek fazla birşey yok. Koskoca 90 dakikada iki takım da yaratıcılıktan o kadar uzaktı ki bırakın izleyenleri, topun bile canı sıkılmıştır sanırım. Mustafa Denizli en kritik haftalarda kendisini sonuca götürecek bir sistem ve bir diziliş oturttu takıma. 3 haftadır da bu taktik dizilişle muhtemel bir puan kaybı yaşayabileceği 3 zorlu maçtan galibiyetle ayrıldı. Denizli belki Amerika'yı yeniden keşfetmedi ama elindekiler ile neleri yapabileceğinin ve neleri yapamayacağının farkına vardı. Madde madde bu süreçteki "Denizli hamlelerine" değinirsek şunları sayabiliriz:

1. Dizilişteki en radikal değişiklik Toraman'ın savunmanın göbeğinden önüne kaydırılması idi. Bu hamle Tello'nun da bu 3 haftada yükselen form grafiği ile bütünleşince, işleyen ve işe yarayan bir hamle oldu. Zaten ilk toplara basmada, hava toplarında ve kademe anlamında iyi olan savunmanın önüne bir de arkadaki 2 oyuncunun dilinden anlayan ve onları iyi tanıyan mücadeleci  bir oyuncu eklenince ortadan neredeyse hiç açık vermeyen bir savunma hattı oluştu. Bu sistem Ernst'i ve Fink'i biraz daha öne çıkartmaya çalışsa da bu iki oyuncunun bu görevlerini yapacak yeterli donanıma sahip olmaması bu 3 maçta da hücumda sıkıntı yaşamasına sebep oldu Beşiktaş'ın. Gelgelelim bu sistemin çıkış noktası gol yemeyip, oyunu Tello'nun ve Bobo'nun yaratıcılıkları ve Ekrem ile Holosko'nun defans arkasına yapacağı koşular ile kendi lehlerine çevirmek olduğu için netice alındığı müddetçe doğru gözüken ve şu ana kadar da doğru sonuçlar veren bir sistem olduğu gözüküyor.

2.  Denizli de yukarıdaki Toraman hamlesi ile artık hücumcularının formsuzluğunu iyiden iyiye kabullendi ve gerçekçi bir oyun anlayışına döndü. Son 3 maçta Nobre, Tabata ve her röportajında arkasında durduğu Nihat'ı sürekli yanında oturtması da bu kabullenmenin bir göstergesidir. Bu akşamki Denizli maçında bile 80'deki değişikliklerde kulübeden çıkan iki oyuncu Necip ve Ernst idi. Bu kabullenmenin bir sonucu olsa gerek Necip de bu kritik haftalarda forma şansı buldu. Hatta uzun süredir forma yüzü göremeyen Uğur İnceman bile geçen hafta son dakikalarda sahadaydı. Sonuç olarak Denizli yarışın son dönemecinde formsuz oyuncularda ısrar etmeyi bırakıp, elindeki en iyi malzemeyi kullanan bir kimliğe büründü.

3. Tello'nun yükselen form grafiğini Denizli çok akıllı bir şekilde kullandı ve giderek artan bir serbestlik ve sorumluluk ile ona yeni bir rol tanımladı. Geçtiğimiz haftaların aksine onu yedek kulübesine ya da sol çizgiye sıkıştırmayıp orta sahada istediği özgürlüğü ona verdi. Hatta oyun içinde ortadaki sağlam hatta da güvenerek kimi bölümlerde onun kanatlara saklanmasına ve dinlenmesine müsaade etti. Bu da Şililinin fizik olarak da bu maçların sonunda ayakta kalmasını sağladı.

Bitirmeden kısaca Denizli maçının özeline değinirsem, bildiği ve ezberlediği düzenin dışına çıkmayan bir Beşiktaş izledik yine. İlk yarının 10 dakikalık bir periyodunda Denizlispor'un baskısını üzerinde hissetti her ne kadar buradan ciddi bir pozisyon vermese de rakibine. Bu baskı yeme sürecinin temelinde de herbiri mükemmel kesiciler olan savunma oyuncularının topla çıkmada sorun yaşaması, dahası savunma önü oyuncularının da sırtı dönük aldıkları topların neredeyse  tamamını olumsuz kullanması yatıyordu. Özellikle bu bölümde Fink'in yaptığı kayıplar takım olarak kendi sahalarına hapsolmalarına neden oldu. Bu baskıyı atlattıktan sonra yan toptan gelen bir şans golü ile öne geçtiler ve her zaman yaptıkları gibi skor avantajını, oyun kontrolünü ele geçirmede kullanıp maçın sonuna kadar da rakiplerine kontrolü bırakmadılar. Bu esnada Beşiktaş adına yaşanan en büyük negatif nokta ise İbrahim Kaş'ın kafa olarak oyundan tamamen kopmuş bir durumda olması idi. Bir kere Rüştü ile yaşadığı anlaşmazlık ve 2 kere de sağ kanattan üzerinde baskı olmadığı halde çıkarken yaptığı top kayıpları Beşiktaş savunmasının dengesiz yakalanmasına sebep oldu. Bu tarz oyunlarda, sistemin beceriksiz ve dikkatsiz oyunculara tahammülü yok. Denizli belki elindeki seçeneklerin azlığı belki de hamle haklarını fizik olarak düşen ortasahada kullanma isteği ile Kaş'ı oyunda tuttu. Ama şu bir gerçek ki Kaş, bu form durumu ile sahada ve hatta kulübede olmayı haketmiyor. Herkesin kötü günü olabilir ama maça kendini vermemek, kafaca hazırlanmamak bir futbol suçudur ve mutlak suretle cezalandırılması gerekir.

Sonuç olarak Beşiktaş savunması ile bu ligde hala söz sahibi olmaya devam ediyor. Geçen seneki hücum sorunlarını çözmek için ilaç olması beklenen oyuncular kulübeden dışarı adım atamazken ve elde hamle yapmak için neredeyse hiç opsiyon kalmamışken, bir takımın disiplin ve azim ile göze hoş gelmese de belli bir sistem bütünlüğü içinde sonuca gidebilmesi de takdir edilmesi gereken bir durumdur.

14 Mart 2010 Pazar

Düşün futbolun yakasından!


Türkiye'de hangi stadta seyircinin sahaya girmesi yüzünden maç tatil edilecek deseler sanırım Belediye'nin Olimpiyat Stadı'nda oynadığı maçlar cevap sıralamamızda en sonda yer alırdı. Ancak Diyarbakırlılar bugün hem imkansızı başardı hem de takımlarını bir kez daha sabote ederek hayal ettikleri kümeden düşme konusunda oldukça iyi bir yol aldılar, hatta garantilediler de diyebiliriz. "Diyarbakırlıların takımı" tabirini kullanmak bile istemiyorum artık Diyarbakırspor için. Bir futbol takımının isminin ve o kulüpte oynayan profosyonel sporcuların, antrenörlerin, malzemecilerin, aşçının dahi bu kadar çirkin bir oyuna alet edilmesi insanın midesini bulandırmaktan öteye geçmiyor. Eğer kazara TSL de Premier Lig gibi, La Liga gibi geniş kitleler tarafından takip edilen bir lig olsa ve maçların skorunu öğrenmek için yurtdışından herhangi bir yabancı futbol izleyicisi internette bu maçın karşısında yine "susp." yazısını görse, ve üstelik aynı takımın isminin karşısında üstüste iki hafta görse ne düşünürdü acaba? Allahtan biz zannettiğimiz kadar uluslararası düzeyde değiliz de bu çirkinlik bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiyor.

Bugün İstanbul'da yaşananlardan sonra artık olayların tamamen siyasi olduğunu kimse inkar etmeyecektir. Şu aşamadan sonra futbolumuzun yöneticilerinin de artık bir karar verirken birinci sırada "Türkiye gerçeklerini" değil de ligimizin ismini ve imajını göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Geçen hafta federasyon Diyarbakırspor'a hafifletilmiş bir ceza vererek bu konuda ürkek davrandı. Halen Diyarbakır-Bursa maçı konusunda bir karar verilmemişken, bugün oynanan maçta yaşanan olaylar şimdi bütün gözleri iyice onların üstüne çevirdi. Ne kadar özerk bir yapıda olduğu düşünülse de olayların bu aşamaya gelmesinden sonra, verilecek karar konusunda dış baskılara ve müdahalelere maruz kalacaklardır. Ancak söylediğim gibi, artık düşünülmesi gereken sadece ligimizin ve futbolumuzun daha fazla rezil olmadan ve değer kaybetmeden bu konunun çok hızlı bir biçimde çözüme kavuşturulmasıdır.

Cumartesi ve Pazar akşamları bu sene ligin ne kadar çekişmeli geçtiğinden, kaliteden, mücadeleden bahsediledursun, yaşanılan skandallar bu sezon lige damgasını vurmuştur. Eğer çıkması gereken karar çıkar ve Diyarbakırspor da küme düşürülür ise, ligden düşen 3 takımdan ikisi saha dışında yaşananlar ile belirlenmiş olacak. Söyler misiniz bana tablo bu iken hangi kaliteden ve hangi mücadeleden bahsediliyor burada? Kimse artık yukarıdaki resmi yaşamak istemiyor. Bu insanlar sadece sahaya girmekle kalmıyorlar, Türk futboluna da tecavüz ediyorlar. Bu insanları bu sahadan, bu tribünlerden ve Türk futbolundan çıkarın! Hem de hemen...

"The Truth is Written All Over Our Faces"


 "Lost" ve "24" yapımcılarından yeni bir Fox dizisi keşfettim geçtiğimiz hafta. Yorumları, eleştirileri okumadan sadece ismini sevdiğiniz için bir filme gitmeye benzetirim bu yeni dizi kefetme olayını. İçinden ne çıkacağını bilmediğiniz sürpriz bir hediyeyi açmaya benzer. "Lie to me" de önce ismi ile sonra da Tim Roth ile dikkatimi çekti. Pilot bölümü izleyince de benzerlerinden ne kadar ayrılan bir konusu olduğunu farkettim.

İnsanların jestlerinin, mimiklerinin, vücut dillerinin aslında düşündüklerinin bir yansıması olduğunu keşfediyoruz diziyi izlerken. Tim Roth da bu bilimi kullanarak insanların doğru mu yoksa yalan mı söylediğini bulmaya çalışan Dr. Lightman rolünde karşımıza çıkıyor. Özel bir birimin başında ama devletle de çalışan, kritik davalarda bilgisine başvurulan zeki ve her daim şüpheci bir adamı canlandırıyor. Tarantino filmlerinde çok özel karakterleri oynamıştı geçtiğimiz yıllarda. Şimdi bu dizide yine özel bir rol ile yer alıyor. Dr. Lightman'ın sanıkları sorgulaması ve ardından da vücut dillerini "super slow motion" ile inceleyerek, aslında tüm insanlığın ortak duygulara benzer tepkiler verdiklerini bizlere sunması oldukça ilginç. Türk televizyonlarında yayınlanıyor mu ya da yakın zamanda yayınlanacak mı bilemiyorum ama kesinlikle izlenmesini tavsiye edebileceğim bir dizi.

Henüz değil Volkan!

 
Hafta arasında Volkan Demirel ile yapılan bir röportajdan medyatik cümleler takıldı kulaklarımıza. Kısaca hatırlamak gerekirse şöyle diyordu Fenerbahçeli kaleci:

"...28 yaşındayım. Kaleciliğin çıkış noktasındayım. Verimli olmam lazım. Ortalama olarak iyi sezon geçirdim kendi adıma. Şu anda istediklerimin içindeyim. Fenerbahçe kalesini koruyorum. Adımıdan söz ettireceğim. Bana göre zaten dünyanın en iyi 10 kalecisi içindeyim ama hedefim en iyi 3- 5 arasına girmek."

Volkan şu an Türkiye'nin bir numaralı kalecisi, bu bir gerçek. Ancak Rüştü'nün emekliliğinin yaklaştığı şu zamanlarda biz halen Milli Takım'a ikinci kaleci olabilecek ve güven verecek bir isim arayışındayız. Sinan Bolat Standart Liege forması ile o mucizevi golü atmasa onun da farkında olmayacaktık belki. Demek istediğim Volkan'ın alternatifsizliği ve Türkiye'nin kaleci fukaralığıdır Volkan'a bu açıklamaları yapabilecek özgüveni ve cesareti veren. Kartalspor'dan Fenerbahçe'ye geldğinde belki bu kadar gelişim göstereceğini kimse tahmin etmiyordu. Fiziğine göre çevikliği onun kaleciliğinde en büyük avantajı ancak herkesin hafızasında yediği o kadar çok "talihsiz" goller var ki, Volkan hiçbir zaman %100 güvenoyu alamadı Türk futbol seyircisinden. Tabii ki Dünya'yı etkisi alan bu kaleci kısırlığında Volkan'ı uluslararası düzeyde o en iyi 10'un içinde sayabilmeyi ben de isterdim ancak o seviyelere gelebilmesi için katetmesi gereken çok yol var kanımca. Bir de en iyi 10 içinde olabilmek için sadece kendi isminin değil, dahil olduğu takım(lar)ın da uluslararası arenada olabilmesi lazım. Yani demek istediğim Volkan, Fenerbahçe forması ile Avrupa'da baharı, Milli Takım forması ile de Dünya'da yazı göremediği sürece akıllarda sadece "Fenerbahçe'nin birinci kalecisi" olarak kalacaktır. Cech, Buffon, Van Der Sar, Cesar, Casillas, Reina, Valdes ve hatta Rus Akinfeev isimlerini ve kariyerlerini biraz da takımlarının başarısına ve Avrupa'daki konumlarına borçlu. Volkan da kendi takımını bu seviyelere çıkarabilirse o hedeflediği yerlere gelecektir. Bir de bu saydığım isimlerin, Volkan'da biraz eksik olan ve geliştirmesi gereken çok önemli ortak bir özelliği var. Bilmem anlatabildim mi...

Artık Mevlüt'ü de konuşalım...


Bu akşam Mevlüt'ün akşamı oldu Fransa'da. Yetiştiği kulüp olan ve onun satışından geçen yaz 8 milyon Euro gibi iyi de bir para kazanan Sochaux'ya 3 gol birden attı PSG forması ile. Yaklaşık 6 hafta ara vermişti Fransa'da gollerine ve bu akşam kaderin bir cilvesi eski takımı onun bu golsüzlüğüne ilaç oldu adeta.

Bu sene lig ve kupada toplam 26 maç oynadı Mevlüt ve 12 gol kaydetti. O gelmeden takımın bir numaralı gol silahı olan Luyindula'nın bu sezon sadece 6 gol attığını düşünürsek, Mevlüt ilk senesinde hiç de fena bir iş yapmıyor Paris'te. En çok gol atanlar listesinde ise Niang ve Nene'nin ardında sadece 3 gol fark ile üçüncü sırada yer alıyor. Yani ciddi anlamda Ligue 1 gol krallığı için de aday milli oyuncu. Her ne kadar PSG yine kötü bir sezon geçiriyor olsa da Fransa'nın en göz önünde olan ve en acımasız eleştirilere maruz kalan kulübünde, hele ilk senesinde şu ana kadar gösterdiği performans bile onun adına mükemmele yakın geçirilen bir sezon değerlendirmesi yapmak için yeterlidir.

Fatih Terim'in A Milli Takım için Mevlüt'teki ısrarı birçok kesim tarafından eleştirilmişti zamanında. Son Avrupa Şampiyonası'nda da ismi maalesef Fatih Tekke polemiklerine malzeme edilip daha milli forma heyecanı tadamadan afaroz edilmeye çalışılmıştı. Belki de bu baskılar yüzünden potansiyelinin çok altında performanslar sergiledi Mevlüt milli forma altında şu ana kadar ancak PSG'deki formu ile Hiddink'in kadrosunda yer bulmayı fazlası ile hakediyor. Topla beraber aniden süratlenebilmesi, kaleyi gördüğü anda etkili şutlar atabilmesi ve ortalama üstü bitiriciliği Mevlüt'ün öne çıkan özellikleri. Karakter olarak da saha içinde oldukça profosyonel ve olgun bir tavır içinde her zaman. Fransa'da her sezon 10'un üstünde gol atabiliyor olmasına rağmen aslında biz ona şu ana kadar hakettiği değeri vermedik maalesef. Daha Türkçe konuşmaktan aciz, türlü skandalların içinde ismi geçen "Sahte Türk" lere binbir çeşit methiyeler düzerken Mevlüt'ün halen bir köşede unutulması benim içime sinmiyor. Bu akşamki mükemmel performansı ile bize kendini bir kez daha hatırlattı.

Hücumcuları ve golcüleri çok formsuz bir sezon geçiren Türkiye için bir şanstır Mevlüt'ün varlığı. Artık aynı isimler üzerine tartışma yapmaktan vazgeçip, biraz da bizleri umutlandıran bu taze isimler üzerinden Milli Takım'ı tartışmamızın zamanı geldi. Umarım Mevlüt de Hiddink ile yeni bir başlangıç yapar Türk Milli Takımı kariyerine ve yeni dönemin en çok konuşulan isimlerinden birisi olur performansı ile.

11 Mart 2010 Perşembe

Beşiktaş'ın geri dönüşü



Galatasaray'ın pazartesi akşamı Eskişehir'de 3 puan bırakması ve Bursaspor'un bugünkü Kasımpaşa galibiyeti puan cetvelinin yukarısındaki takımları yine aynı düzleme getirdi. Geçen sene 24 hafta sonunda yine buna benzer bir tablo vardı karşımızda. Yine Anadolu'dan bir takım (Sivasspor) zirve yarışının içindeydi ve yine Beşiktaş geriden gelip yarışa ortak olmuştu. Geçen seneden farklı olarak Fenerbahçe ve Galatasaray, bu sene 24 hafta sonunda 4-5 puan daha fazla almayı başarıp yarışın tam merkezinde yer buldular kendilerine. Şimdi yine fikstür avantajı, Bursaspor'un bu seviyelerde kalmayı becerip beceremeyeceği gibi bilindik konular gündemde yer alacaktır. Önümüzde daha oynanacak 10 maç olduğunu ve bu zirvedeki 4 takımın da birbirleri olan maçlarını düşünürsek şu an için yapılan tahminlerin havada kalacağını söyleyebiliriz.

Gelelim bu akşamki maça. Beşiktaş geçen sene Denizli'nin yazdığı senaryoyu çok sevmiş olacak ki yeni sezonda da aynı oyunu sahnelemekte sakınca görmüyor. Yine göze hoş gelen, hücum varyasyonlarının bol olduğu oyunlar izletmiyor bize siyah beyazlılar ancak kazanma arzuları, son dakikaya kadar yapılan mücadele ve oyunun belli bölümlerinde özellikle skor avantajı yakalamışlar ise yaptıkları tempo, onlara geçen sene şampiyonluğu getiren o ivmeyi yakalamış olabileceklerinin işaretini veriyor bize.

Geçen hafta Kayserispor önünde skor avantajını maçın hemen başında yakalayınca, oyunu da istedikleri gibi yönlendirmişlerdi. Ancak bu hafta bu ligin en sert ve disiplinli takımlarından İBB'ye karşı öyle bir avantaj ile başlayamadılar. Özellikle bu sene birçok maçta İBB'nin oyun disiplinine sadık kalan yapılarına ve zamanla artan dirençlerine tanık olduk. Bu yüzden maçın başında Beşiktaş'ın bu direnci kırmak için daha tempolu ve hızlı bir oyun oynaması gerektiğine inanmıştım. Ancak Denizli bu tarz bir tempo için gerekli ortasahayı kurmayarak, geçen haftaki Toraman'lı oyun kurgusundan vazgeçmedi. Üstelik Ernst'ten yararlanamadığı halde...Alman oyuncunun yokluğunda Necip forma şansı buldu bu ortasaha kurgusunda. Bu tempo olmayınca haliyle İBB bilindik oyununu izletti bizlere. Onlar adına geçen haftalardan farklı olan ise Beşiktaş'ın golüne kadar olan süreçte hücum konusunda yaşadıkları sıkıntı idi. Beşiktaş savunmasını bu anlamda çok zorlayamadılar. Üstelik Ferrari halen eski formundan uzak bir görüntü çizip, özellikle topu oyuna sokma konusunda ürkek ve beceriksiz davranırken. Beşiktaş'ın set oyunu oynamaya çalıştığı her atak ise İBB'nin dirençli ortasahasında eridi kaldı. Oysa topla araları çok iyi olmayan Toraman-Fink-Necip 3'lüsünde bu kadar vakit harcamayıp, oyunu önde ve kanatlarda oynamaya çalışsalar muhtemelen İBB defansının yapısını da arızaya uğratacaklardı. Skor avantajı ise onlar adına çok kritik bir anda ve ceza yayı civarını serseri bir şut ile karıştırdıkları bir pozisyonda, Bobo'nun imza gollerinden birini atması ile geldi. Bobo adına bu tarz golleri çok izledik geçtiğimiz yıllar boyunca. İnanılmaz bir vuruş tekniği olmasa da özellikle sırtı kaleye dönükken mükemmele yakın bir gol sezgisi var Brezilyalı'nın. Bu toplara hangi hızla ve nereye vuracağını bilerek hamle yapması, onun repertuvarındaki en nadide parçasından sık sık bizlere sergilemesine neden oluyor.

İlk yarıdaki bu gol, Beşiktaş'ın ikinci yarıda istediği oyunu oynamasına yol açtı. İBB biraz daha hücumu düşünmeye başlayınca, oyunun başındaki "önde basmalarını" eski disiplinleri ile yapamadılar. Hal böyle olunca Necip de ilk yarıda kaleye yüzü dönük aldığı topları artık önünde almaya başladı ve top kayıplarını azalttı. Kendine güveni arttıkça daha doğru ve cesur hamleler ile birçok top kazandı ortasahada. Onun kazandığı bu toplar, İBB defansının ortasındaki iki ağır oyuncunun (Barbosa ve Can) verdiği açıklardan Beşiktaş'ın yararlanması ile sonuçlandı. Nitekim Holosko'nun golü de bu tarz bir boşluktan geldi.

Beşiktaş'ın zirveye tekrar tutunmasındaki en önemli iki isimden bahsetmeden geçmek haksızlık olurdu. Toraman ve Tello son iki maçta mücadele ve verimlilik açısından tavan yaptılar. Tello o bıkkın görüntüsünden sıyrılıp, geçen seneki gibi arzulu ve yaratıcı oyununa geri döndü. Aynı şekilde Toraman da son iki maçta ortasahada oynamasına rağmen oyun içinde insiyatif kullanarak ön plana çıktı. Yeni sözleşme için yönetim ile anlaşması da onun gelecek haftalardaki oyununu pozitif yönde etkileyecektir muhakkak.

Beşiktaş şimdi 24 hafta sonunda 48 puan ile yarışın içine dahil oldu. Şu anki matematiksel ve psikolojik durumları geçen seneyi çok andırıyor. Ancak bu sefer ezeli rakipleri geçen seneki kadar kırılgan bir durumda değiller. Eğer bu oyun yapısının içine yedek kulübesinden, gerektiği anda oyunu çözecek ya da tutacak bir iki takviye yapabilirler ise bu yarışın içinde son haftaya kadar kalacaklardır. Bu durumda Yusuf'a tekrar ve acilen ihtiyaçları var. Aynı şekilde bu akşam kulübede yer alan ve neredeyse bu sezon sıfır verim aldıkları Nihat ve Nobre'nin de bazı maçlarda öne çıkmaları gerekecektir. Aksi halde bugünkü maçta olduğu gibi, eğer Denizli önümüzdeki maçlarda da aynı oyuncuları ortalama 80 dakikanın üstünde kullanmak zorunda kalırsa, onları yarışın içinde tutan fizik güçlerinde birşeyler kaybedecekleri kesindir.

8 Mart 2010 Pazartesi

Piotr Trochowski


Bugün bazı kaynaklarda Hamburg'un ortasaha oyuncusu Piotr Trochowski'nin yeni sezonda takımdan ayrılmak istediği yönünde haberler vardı. Polonya asıllı Alman oyuncunun kulübü ile 1 sene daha kontratı var. Ancak Hamburg'dan ayrılacak olması halinde, özellikle kaliteli ortasaha oyuncusu bulmak konusunda oldukça beceriksiz davranan kulüplerimiz eğer gözlerini açarsa Trochowski onlar için gerçekten büyük bir fırsat.

Bayern Münih'de oynadığı 5 sezonda fazla oynama şansı bulamamıştı. Ancak Hamburg ondaki ışığı farketmede gecikmedi ve 1 milyon Euro gibi bir rakama kadrosuna kattı 2004 yılında. Trochowski'nin kendini göstermesi ve Milli takıma kadar yükselmesi de Hamburg yıllarında gerçekleşti. Son Avrupa Şampiyonası'nda da Almanya kadrosundaydı ve bazı maçlarda oldukça iyi süreler de alıp, iyi performanslar ortaya koydu. Ortasahanın ortasında ve kanatlarda hücuma yönelik oynayabilen çok yönlü bir oyuncu. Fizik olarak diri ve Bundesliga disiplinine sahip ve daha da önemlisi bu özelliklerini ortalama üstü oyun zekası, tekniği ve sert şutları ile birleştirebiliyor. Eğer pazara çıkması halinde ilk tercihi mutlaka bir Bundesliga takımı olacaktır ancak "Money talks" taktiği izlenerek Türkiye'ye getirilebilir.

Transfermarkt.de sitesine göre oyuncunun değeri 9-10 milyon Euro civarında. Yayın haklarının inanılmaz fiyatlara satışı gerçekleştikten sonra bütün kamuoyunun beklentisi artık vasat Güney Amerikalılar ya da Afrikalılardan ziyade Avrupa'da biraz isim yapmış, oyun karakteri yüksek oyuncuları ligimizde görebilmek oldu. Trochowski de benim kıstaslarıma göre bu tanıma fazlası ile uyuyor. Gelmesi halinde ligimizin kalitesine oldukça pozitif bir katkı yapacağı da kesin...

7 Mart 2010 Pazar

Komik...



Murat Öztürk imzalı Star gazetesi haberi...Servet'in açıklamasına dikkat...Acaba gazeteci arkadaş mı Servet'e gazı vermiş "Baba bak Diego senin arkandan atıp tutuyo, bişey diyecekmisin" diye, yoksa bu da efsane Türk spor basınının nadide eserlerinden birisi midir şüphelerim var. Belki bir ihtimal de Maradona torununun babasız kalmasından korkup öfke ile böyle bir açıklama yapmış olabilir kimbilir...Pazar sabahının komiklerinden...

"A.Madrid maçında Agüero’nun yüzüne tekme atıp sakatlayan Galatasaraylı Servet Çetin, Maradona’yı kırmızı görmüş boğaya döndürdü! Almanya ile oynanan hazırlık maçı öncesi konuşan Arjantin Teknik Direktörü, “Bir yıldız futbolcunun kafasını tekmeleyen savunmacıya çok az rastlanır. Maalesef Servet gibi kazmalar futbolcu oluyor” dedi. Telefonla ulaştığımız Servet de, “O hareket pozisyon gereği oldu. Maradona’ya cevap vermem” diye konuştu."

Şimdi 11 Nisan daha heyecanlı olacak...



Dün akşam Barca maçının skoru ile beraber saat 11'i daha bir heyecanla beklemeye başlamıştım. Ama Digitürk bana öyle bir kazık attı ki bu maçın sadece son yarım saatini izleyebildim. Digitürk kutusu ile savaşırken, livescore'dan maçı takip ediyordum bir yandan. Sevilla 2'yi bulunca kaderime lanet okudum. İkinci yarıda Real 60 ve 64'te golleri atınca bir daha lanet okudum. Derken birileri sesimi duydu ve 65'te ben, yanıma Guti'yi de alarak Bernebau'ya girdim.

Öyle bir yarım saat izledim ki, izleyemediğim kısmını bile unutturdu bana. Uzun zamandır bir maçı bu kadar isteyen, başdöndürücü şekilde hücum eden bir takım izlememiştim. Aynı anda sahada Ronaldo, Higuain, Kaka, Van Der Vaart ve Guti vardı. Barca, Almeria'da 2 puan bırakınca Real için liderlik şansı doğmuştu uzun zamandır ilk defa. Bunun heyecanı da eklenince öyle bir iştah ve öyle bir hırs vardı ki takımın üzerinde, top beyazlara geçince adeta avının üstüne çöreklenen bir yılanı andırıyorlardı. Gol pozisyonu/Atak oranı neredeyse 1'e yakındı Real adına. Guti ile V.D.Vaart hücum organizasyonlarının başındaki iki adamdı. Hücumu başlatan her top, belki 10 saniye geçmeden Sevilla ceza sahasına kadar giriyordu. Maç bir ara Sevilla'nın ceza yayı civarında oynanmaya başladı. İstatistiklerde ise Real'in 24-2'lik gol girişimindeki üstünlüğü ve Palop'un 7 net pozisyonu çıkarması sanırım herşeyi anlatıyordur.

Aslında Real galibiyet golünü çok önce de bulabilirdi. Zira Higuain ve onun üstün meziyetleri sayesinde çok net pozisyonlar yakaladılar. Arjantinliye burada bir parantez açmak lazım. Gago ile beraber bu takıma geldiklerinde herkesin kafasında soru işaretleri vardı bu takımın yükünü kaldırıp kaldıramayacakları yönünde. Gago'da göremediğimiz gelişimi Higuain'de fazlası ile gördük. Özellikle vuruş tekniğini inanılmaz geliştirdi. Yay civarında topla buluştuğunda attığı ters çalımlar ve ani şutları o kadar tehlikeli ve isabetli ki...Dengeli ve güçlü yapısı ile de topu çok zor kaybediyor. Dün bir pozisyonda presle kazandığı topu iki kişiden kurtarması, driplingi ve ardından attığı sert şut, ancak çok çok iyi fizik güce sahip bir oyuncunun yapabileceği bir işti.

Birkaç satır da Guti için karalamak lazım. Özellikle bu tarz maçların adamı olduğunu birkez daha gösterdi. Daha önce de, ağzımı açık bırakan bir asistinin ardından yazmıştım bu adam Avrupa'nın değeri bilinmeyenlerinden diye. Dün akşam sorumluluk almasının yanında Sevilla defansının dengesini bozan o kadar güzel paslar attı ki, bu Pozisyon/Atak oranının yükselmesinin en büyük sebebi de bu idi. Real'in elindeki bu yıldızların yanında Guti'nin varlığı da onlara La Liga'yı getirebilecek en büyük etkenlerden biri kanımca.

Şimdi puanlar eşit, Real averaj olarak 47-45 önde. Barca haftaya Valencia'yı konuk edecek ve 11 Nisan'daki El Clasico'ya kadar da önünde Mallorca gibi zorlu bir deplasman var. Real'in önünde onları zorlayabilecek maç olarak içerideki Atletico maçını sayabiliriz. Herşey bir yana 11 Nisan son yılların en heyecanlı karşılaşmalarından birine tanıklık edecek, bundan eminim.



6 Mart 2010 Cumartesi

Artık siz bize borçlusunuz!



Bugün Diyarbakır'da yaşanan olayların başlangıç noktasının her ne kadar ilk yarıda oynanan Bursa maçından kaynaklandığı düşünülse de aslında olayların siyasi boyutunun ön planda olduğunu söylemeye gerek yok. Aslında olayların çıkacağı da gün gibi aşikardı ancak görünürdeki yüzlerce polise rağmen, onca alınan önleme rağmen olayların bu derece büyümesi destekli, planlı bir eylemi akıllara getiriyor. Nitekim gerek Diyarbakırspor, gerekse Diskispor başkanlarının açıklamaları bunun kendilerine karşı düzenlenen bir komplo olduğunu, federasyonun maçı oynatmama niyetinde olduğunu söylemişler.

Diyarbakır şehri, adeta kendine ait bütün organlarla beraber kendini bu ülkeden soyutlama niyetindeymiş gibi davranıyor. Futbol yöneticileri bile bu olaylarda kendileri dışında herkesi suçlama yoluna gidebiliyorlar. Oysa bu şehrin takımının, bu ülkenin liginde temsil edilmesi onlar adına ne kadar önemli olması gerekirken, şimdi çanak tuttukları bu olayları yapanların tamamen arkasında duruyorlar. Benim buradan anlayabildiğim tek şey ise, bu şehrin takımını bu ligde yine kendi yöneticilerinin ve kendi halkının istemediğidir. Şimdi kalkıp hiçbirisi "Gittiğimiz her şehirde bize terörist muamelesi yapılıyor" bahanesinin ardına sığınmasın. Onları kulüp olarak tribünlerdekilerden ayıran şey, profosyonel bir iş yapıyor olmaları. Ziya Doğan bile ilk yarıdaki maçın ardından duygularına yenik düşüp bu tarz ortamı alevlendirici açıklamlar yapmıştı. Şikayet ettikleri durumu düzeltmenin yolu "takımı çekerim" tehditlerinden ya da bugünkü gibi eylemlerden geçmiyor. O şehrin yerel yöneticileri de, spor kulüplerinin yöneticileri de bu ülkenin devletinin ve bu ülkenin federasyonuna bağlılar. Dolayısı ile dertlerini, haksızlığa uğradıklarını düşündükleri noktaları onlarla çözmeliler. Saha içindeki oyunculara taş atarak ya da attırarak değil...

Şimdi gelinen nokta ne oldu? Eğer amaçları kendilerini bu ülkeden soyutlamaksa bunu başarıyorlar. Diyarbakır halkı ile bu ülke arasındaki bir bağ daha koptu sayelerinde. Takımları bu maçtan alabileceği bir 3 puandan oldu. Muhtemelen de 3-4 maç seyircisiz oynama cezası alacaklar. Şimdi diledikleri gibi ikinci ligin yolunu tutabilirler. Ondan sonra ne olacak peki? Yarın bir gün Malatya deplasmanında yuhalanınca kendi evlerine gelen Malatyalıları da mı taşlayacaklar? Yeni hedef 3. lig mi olacak? Bu olayların sonu yok. Halkın tepkisinin faturasını siz yöneticiler kendi takımınıza, kendi halkınıza kesemezsiniz. Hoş, o halkın da ne kadarı bu "soyutlama" sürecinden ayrı hareket edip düşünüyor onu da bilmiyorum ama o tribünlerde hala "Bize bir özür borcunuz var" diyebilecek kadar olgunca tepkisini gösterebilen insanlar da vardı. Artık siz yöneticilerin de bu ülkedeki "futbolseverlere", maç izlemek için ekran başına oturan ama onun yerine bir "rezalet tiyatrosu" izleyen yüzbinlerce insana özür borcunuz var.

4 Mart 2010 Perşembe

Serdar, Messi, Arda?



Portekiz basınından ilginç bir tanımlama gözüme çarptı bugün. Haber Serdar Özkan'ın Porto'ya transfer olacağı yolundaki bir söylenti ile ilgili. Correrio isimli gazetenin attığı başlık ise beni gülümseten cinsten bir başlık:


"Porto, Türklerin Messi'si Serdar'ı istiyor"


Benim aklıma ilk gelen soru ise şu oldu. "Serdar Messi ise, Arda ne?". Messi artık performans açısından günümüz futbolunun en üst noktası kabul ediliyor. Sürekli yapılan "yeni Pele" ve "yeni Maradona" yakıştırmaları artık Messi için yapılmaya başlandı. Bu gazetenin başlığında gördüğümüz ama pek inanamadığımız benzetme gibi.

Bu tarz haberler kontratının son yılındaki oyuncular hakkında genelde çıkan haberlerdir. Tamamına yakını asparagas olmakla beraber, bazıları da mantık sınırlarını zorlayacak sekildedir. Correrio gazetesi de zaten Portekiz'in "The Sun" ı olarak kabul gören bir gazeteymiş.

Serdar da maalesef Türkiye'de çıkışı yarım kalmış, her daim patlama beklenen ama bunu bir türlü gerçekleştiremeyen bir oyuncu olarak anılmaya başlandı. Lucescu zamanında 16 yaşında iken Şampiyonlar Ligi kadrosuna girebilmeyi başarmış ancak sonrasında pişmesi için ikinci ligin yolunu tutmuştu. Sebat ve Samsun yıllarının ardından Ertuğrul Sağlam dönemidir ona o yarım kalacak çıkışını yaşatan dönem. Tigana zamanında da özellikle Serdar Kurtuluş ile beraber iyi bir grafik yakalamıştı ama son iki sezondur ortadan kayboldu. Kendisine sorulsa da sanırım şans verilmediğinden yakınmayacaktır. Bir kaç maç üstüste istikrarlı oyunlar sergileyebilse belki kendine olan güveni yerine gelebilirdi ama son zamanlarda Beşiktaş ve futbol ile olan ilişkisinde büyük zedelenme oldu genç oyuncunun. Bu transfer döneminde yeniden futbola dönebileceği bir transfer yapsa kendisi için de Türk futbolu için de hayırlı olacaktır. Beşiktaş aynen İbrahim Akın'da, Burak Yılmaz'da olduğu gibi ona iyi fırsatlar verdi ama şu an gelinen nokta onun için yeni çıkışın adresinin siyah beyazlı forma olmadığı bir nokta. Dolayısı ile yukarıdaki haber başlığının Porto ya da başka bir takım için doğru olmasını diliyorum.
Çünkü hücumcu bir kanat oyuncusu için şu ana kadar gösterdği 135 maçta 6 gol ve 3 kez de A-millilik, onun daha çok maç oynamaya ve kendisini geliştirmeye ihtiyacı olduğunu açık açık ortaya koyuyor.