31 Ocak 2010 Pazar

"Desperate" Muhsin Hoca



Geçen sene veya iki sezon önce olsa ismi oldukça heyecan verici olacak bu karşılaşma, Sivasspor'un Süper Lig'in bu sezonki "hasta adam"'ı oluşundan ötürü Fenerbahçe için beklenildiği gibi çok rahat geçti.

Maç öncesi Fenerbahçe için önemli noktalardan biri, Daum'un geçen haftaki Denizli maçınının sonlarında oynadığı Guiza-Semih-Gökhan'lı oyunun etkilerini bu maça ne kadar taşıyacağı idi. Guiza'nın cezası düşünüldüğünde çoğu kişinin merak ettiği Semih&Gökhan ikilisi nasıl olur sorusunun cevabı yanıtsız kalmış oldu. Çünkü burada da beklendiği gibi sürpriz yapmadı Daum ve sisteme sadık kalıp sadece Semih ile başladı oyuna.

Sivasspor için ise Mehmet Yıldız'ın dönüş maçı olması bu karşılaşmanın en önemli tarafıydı maç öncesi. Bu sezon gördükleri bu kabustan uyanmaları için ellerinde kalan tek umut belki Mehmet. Zira şu ana kadar teknik direktör değişikliği, yabancıları yenileme gibi bildik yöntemlere başvurup sonuç alamadılar.

Maçta beklenmedik tek şey soğuktan kırıldığımız bugünlerde güneşli bir hava ve düzgün bir zemindi. Bunun dışında Sivas'ın bu sezonki dirençsiz ve organizasyondan eksik futbolu yine devam etti. Öyle ki Mehmet Yıldız'ın beraberlik golü bile fazla umut vermedi maçın sonucu adına onlara. Bu defansif organizasyonla işleri çok zor. Göbekten yapılan aşağı yukarı her atak pozisyonla sonuçlandı Fenerbahçe adına. Göbekte Murat Sözgelmez ve Aubey kötü, kenarlarda Hayrettin ve Abdurrahman kötünün de kötüsü. Özellikle Abdurrahman'ın kanadından, aynı adamdan (Uğur) aynı golü iki defa yediler. Bu iki pozisyonda da üstüne gelen Uğur karşısında ceza sahası içinde yakalandığı ve hamle yapmaktan korktuğu için ayakları kendisinden daha çabuk olan rakibinden çok kolay iki çalım yedi.

Sivasspor'un Türk oyuncuları inanılmaz derecede formsuz bir sezon geçiriyorlar. Onların bu formsuzluğu yapılan takviyeleri de işlevsiz hale getiriyor. Yeni transferlerden Nabil Tiader ve Elrio ayağa pası iyi yapan, takıma organizasyon anlamında katkı yapacak oyunculara benzese de özellikle defans hattındaki yerlilerin bu yetersizliği onlara pahalıya patlayacak gibi gözüküyor.

12 sene sonra Türkiye'ye dönüş yapan Muhsin Ertuğral'ın ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu yedikleri 3.golün ardından verdiği tepkiyle anlayabildik. Maç sonrası demeci teşhisi doğru koyduğunu gösterdi.

"İlk 45 dakika çok iyiydik ama 2. yarı tüm konsantrasyonumuz bozuldu.İkinci yarı tamamen koptuk. 1 gol yedikten sonra kendimizi kaybediyoruz. İnanılmaz şekilde bireysel hatalar yapıyoruz. Bunların sebebi ise psikolojik baskı."


Bu kadar bireysel hatanın yapıldığı bir takıma nasıl bir müdahalede bulunabilir bilinmez ama çok acele şekilde bu takımın defansif organizasyonunu sağlaması lazım. Zira o 16. sıra için en büyük aday kendileriyle beraber Manisa ve Diyarbakır gözüküyor. Gönlümüz uzun yıllar yurtdışında çalışabilmiş, Avrupalı mentalitisene sahip, demeçlerinde bilindik kalıpların dışında şeyler söylemeye çalışan bu futbol adamının başarılı olmasından yana. Ama gerçek şu ki, işi zor Muhsin Hoca'nın...

Portsmouth-Tottenham Hücum Hattı



Son üç sezonda Tottenham ile Portsmouth arasında inanılmaz bir futbolcu alışverişi yaşandı. Son olarak da Fransız savunmacı Younes Kaboul tıpkı Jermain Defoe gibi, kısa bir Portsmouth macerasının ardından geri döndü Londra kulübüne. Böylece Herry Redknapp ile başlayan bu zincire, Defoe, Crouch, Kranjcar'ın ardından o da eklenmiş oldu.

Bu gel-git'li transferlerin en büyük sebebi Tottenham'ın, bir seviye daha atlamak için Sevilla efsanesini yaratan Juande Ramos'u 3 sene önce takımın başına geçirmesiyle başlayan ama hayalkırıklığı ile biten süreçti. Bu 3 sene içinde özellikle hücum bölgesi o kadar çok değişikliğe uğradı ki bazen biz bile takip etmekte zorlandık. Son olarak bu devre arasında Barcelona'dan Gudjohnsen kiralandı zaten oldukça alternatifli olan hücuma bir alternatif daha yaratmak için. Kadroda zaten pek düşünülmeyen Dos Santos Türkiye yolunu tutarken, şimdilerde Robbie Keane'in Sunderland'a transfer olacağı söylentileri dolaşıyor. Bu arada Tottenham kadrosunda 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nın en az Arshavin kadar yıldızlarından biri olan Roman Pavlyuchenko'nun da olduğunu belirtelim. Bu arada yaklaşık 25 milyon euro'ya alınmış Darren Bent'i de bu yaz başında Sunderland'a yolladıklarını atlamayalım.

Son yıllarda Tottenham'ın hücum hattındaki bu kargaşa, onları hedefledikleri o seviyelere çıkmaktan alıkoydu. İsim isim baktığımızda göz kamaştıran bu oyuncular ikili olarak bir istikrar sağlayamadılar bu 3 sene boyunca. Şu anda Redknapp'ın gözde ikilisi Defoe-Crouch gibi gözüküyor. Crouch'un fizik gücü ve hava hakimiyeti ile Defoe'nin hareketli oyunu ve bitiriciliği bu sene onlara şu ana kadar toplamda 20 gol kazandırdı. Şimdi soru Redknapp'ın bu ikilide ne kadar ısrar edeceği. Eğer Chelsea, Manchester, Arsenal seviyelerine yaklaşmak istiyorlarsa ki koydukları hedef bu, kadro istikrarını sağlamaları şart. Bunun için de resimdeki bu nokta&virgül ikilisinin istikrarlı katkılarına ihtiyaçları var.

Guti

Bu akşamki Deportivo-Real Madrid maçı, tam 19 yıl sonra Real'in Deportivo'nun evi Riazor'da kazandığı ilk maç oldu. Benzema (2) ve Granero'nun golleri ile 3-1 kazandı Real. Ancak bu bilgi bazı istatistiklerin gerçekten ne kadar şaşırtıcı olabildiğini gösterdi bana. Real Madrid'in herhangi bir yerde neredeyse 20 yıldan beri maç kazanamamış olması çok şaşırtıcı. Bu maçın görülmeye değer yanı ise 19 yıllık geleneğin bozulması değil, bu sene tanık olduğum en güzel asistlerden birini yapan Guti'nin pasıydı. İkinci golde Benzema'ya topuğuyla yaptığı asist tam bir zeka ürünüydü. Kanımca Guti, birçoğu kendinden kaynaklı nedenlerle, Avrupa'nın değerini bulamamış oyuncularından biridir. Problemli yapısına rağmen, inanılmaz oyun zekası ve sihirli pasları onun yıllardan beri Real'de öyle ya da böyle vazgeçilmemesinin sebebidir.

Benzema da ona bir teşekkür borçlu bu akşam. Hem sezon başından beri gösterdiği kötü oyunu unutturacak bu iki gol için, hem de bu asistle bu senenin en güzel karelerinden birine girmesini sağladığı için.

İşte Guti'nin o pası: http://webtv.hurriyet.com.tr/category.aspx?cid=4&vid=3770&bid=1

30 Ocak 2010 Cumartesi

İlk aşk: İtalya 90 / Arjantin-Kamerun




İtalya 90 Dünya Kupaları tarihinde oynanan futbolla pek de iyi hatırlanmayan bir yere sahiptir. Her turnuva gibi kendi yıldızlarını (Schillaci, Roger Milla, Thomas Brolin, Goycochea) üretmesine rağmen, o turnuvaya birer dünya yıldızı olarak gelmiş Maradona, Mattheus, Lineker'ler turnuvayı bu kötü etiketle anılmaktan kurtaramamışlardı. Hem açılış maçında hem de kapanış maçında çıkan kırmızı kartlar ve tek farklı skorlar oynanan futbolun ne kadar sert ve kısır olduğunu ispatlamıştır. Almanya'nın Dünya şampiyonluğu ise Hollandalı taraftarların 'poor quality tournaments are always won by the Germans' tezini doğrular gibiydi sanki.

Az gol ve kısır futbola rağmen, İtalya 90 bu satırların yazarının izlediği ilk Dünya kupası olma özelliği ile ayrı bir yere sahiptir bende. Ayrıca Dünya kupaları tarihinin belki de en sürpriz açılış maçına sahne olmuştur. Düşünsenize, o zamanların futbol tanrısı Maradona'yı hayatınızda ilk defa izlemek için televizyon başına oturuyorsunuz ve Kamerun adında ismini ilk defa duyduğunuz bir ülkenin futbolcuları o Maradona'yı ve Arjantin'i Guiseppe Meazza'ya adeta gömüyor. İşte benim Dünya Kupaları aşkım da bu maçla başlar. Yıllar geçse de unutulmayan ilk aşkı bir de burada anmak istedim.

Bir gündüz maçıydı Kamerun-Arjantin maçı. Arjantin sahaya: Pumpido,Batista,Balbo,Basualdo,Burruchaga,Maradona,Fabbri,Lorenzo,Sensini(Calderon),Ruggeri(Caniggia),Simon 11'i ile çıkmışken, Kamerun takımı ise şu futbolculardan oluşuyordu:
Nkono,KanaBıyık,Massing,Ebwelle,Kunde,OmamBıyık,Mbouh,Mfede(Libith),Tataw,Ndip,Makany(Milla).

Maç pozisyon açısından fakir ama mücadele açısından oldukça zengin, yani sert geçmişti. 61'de Kamerun Kana-Bıyık'ın atılmasıyla 10 kişi kalmışken, bundan tam 5 dakika sonra Omam-Bıyık kardeşinin intikamını Arjantin'i mağlup edecekleri o tek kafa golünü atarak almıştı. Biz Türk erkeklerinin en meşhur sembolü olan soyadları ile de yıllar boyunca hatırlanmıştır Kana/Omam Bıyık kardeşler. Kamerun'un son dakikada 9 kişi kalmasına rağmen, maç bittiğinde İtalya 90'ın akılda kalanlarından olan noktalı-bayraklı televizyon skorbordu 1-0 Kamerun'un zaferini gösteriyordu.

Bu yenilgiye rağmen Maradona ve arkadaşları finale kadar çıktılar. Ama Kamerun'un açılış maçındaki bu inanılmaz zaferi, çeyrek finale kadar çıkıp orada İngiltere'ye son dakikada Lineker'in penaltı golü ile elenmeleri ve 38'lik Roger Milla'sı diğer hepsini gölgede bırakmıştı. Bu turnuvada Avrupa, Afrika'nın aslanları ile tanışmıştı.

Şimdi tam 20 yıl sonra yine büyük bir heyecenla Haziran ayının gelmesini ve 6. Dünya kupamı izlemeyi bekliyorum. Yıllar önce Afrika aslanlarının yaptığını, bu yaz evlerinde onlar veya bir başka Afrika takımı yapabilir mi diyerek ve umarak...

Eski tas, eski hamam

Belki şu günlerde Türkiye'de futbol oynanabilecek iklim şartları açısından en müsait şehir Antalya ama dün akşamki maça buna rağmen fazla rağbet yoktu. Bunda Antalya'nın "futbol turizmi" yapan şehirden "futbol" şehri mertebesine çıkamamış olması kadar, son 5-6 maçtır Beşiktaş'ın oynadığı zevk ve tat vermeyen futbolun da etkisi vardı.

Maç, gelmeyen seyircilerin bahanelerini haklı çıkarırcasına oldukça düşük tempoda başladı ve bütün ilk yarı da aynı düşük tempo ve sıkıcı futbol ile devam etti. Mustafa Denizli, ilk yarıda ona 8 maçlık galibiyet serisi kazandıran sisteme bağlı kalmaya devam ediyor.

Türkiye Kupası maçlarında ardarda kaybedilen maçların etkisiyle Ernst&Fink ikilisi bu kez konsantrasyonlarını hücumdan çok savunmaya verdiler bütün maç boyunca. Gerideki 6'lı defansif görevlerini eksiksiz yaparken bunda hücumu hemen hemen hiç düşünmeyen ya da düşünüp uygulayamayan Antalyaspor'un da etkisi çoktu.

Öndeki 4'lü birçok maçta olduğu gibi yine farklıydı. Bu kez Denizli ortada Tabata tercihini kullandı. Oyundan çıkıncaya kadar da bu sezon geldiğinden beri en etkili ve arzulu futbolunu oynadı. Oyun kurma konusundaki hevesini maç boyunca birkaç kez denediği ters toplarla da perçinledi. Daha çok takım için oynamaya çalıştı ancak bu istek ve arzu bile Tabata'nın Beşiktaş'ın oyuncusu olduğuna kimseyi ikna edemeyecek gibi gözüküyor.

Nihat ise ilk yarıdaki performansından farklı birşey göstermedi yine. Bobo'nun arkasındaki 3'lünün sağında oynadı ama kanada çıkmak yerine Bobo'ya çok sokuldu. Bu da arkasında oynayan Ekrem ile o kanattan verimli ataklar gerçekleştirmesini engelledi. Ekrem'in kendi çabası ile yaptığı birkaç bindirme dışında Beşiktaş o kanadı fazla kullanamadı. Nihat hala Kovaçeviç'li günlerini arıyor ama bu takımda bir Kovaçeviç'in olmadığının ve kredisinin yavaş yavaş tükendiğinin farkına varması lazım.

Mustafa Denizli'nin ezberini bozup 60. dakikada Holosko-Necip ikilisini oyuna alması sanırım herkesi şaşırtmıştır. Necip ile ortasahaya dinamizm, Holosko ile de hücumlara akıcılık getirmek istedi. Holosko birkaç pozisyon da buldu ama en büyük eksikliği olan son vuruşlarının sakatlıktan da sonra da hala eksik olduğunu gösterdi. Bu tarz oyuncular gol vuruşlarını geliştirmedikleri sürece hep yerinde sayacaklardır.

Sonuç olarak Beşiktaş, kontrollü ama verimsiz, o sekiz maçlık serideki oyunları hatırlatan bir futbolla kazandı. Mehmet Özdilek'in maçtan sonra söylediği gibi penaltıyı uzun uzun tartışmaya gerek yok çünkü penaltı değildi. Kısa ve net...

28 Ocak 2010 Perşembe

Kötü Çocuklar

1980'lerin başındaki Isiah Thomas'lı, Bill Lambier'lı, Vinnie Johnson'lı 'Bad Boys' ekolü idi Detroit Pistons efsanesini oluşturan. NBA'de sadece atarak değil, tutarak da bir ekol yaratılabileceğini göstermişlerdi kötü çocuklar o yıllarda.
Şimdilerde ne zaman bir Inter maçı izlesem, onları modern zamanların 'Bad Boys'una benzetiyorum. Mourinho bu takıma ilk geldiğinde onlara kazandıracağı ilk ve en büyük özelliğin teslim olmayan ve sürekli arayan bir oyun karakteri olacağını düşünmüştüm. Zaman beni yanıltmadı ve bugün Inter Avrupa'nın takım savunmasını en iyi yapan, oyun disiplini en üst düzeyde olan takımlarının başında geliyor.
Karakterli bir oyun futbol karakteri üst düzeyde olan oyuncularla oynanır. Mourinho'nun transfer stratejisi de bunu doğrular nitelikte. Gerek yazın alınan Eto'o,Milito, Motta ve Lucio, gerekse takıma yeni katılan Pandev oyun ve mental disiplini üst düzeyde olan oyuncular. Onları 'Bad Boys' yapan özellikleri de tamamen bu. Kadroda belki Balotelli dışında sallanan oyuncu yok bu anlamda. Bu takımın "10 numarası" Sneijder bile özellikle bu takım için yaratılmış gibi. Diego ve Ronaldinho bu takıma Sneijder'in yaptığı katkıyı yapamazlar. Bu yüzden ne kadar "nazlı" transferler olmuş olsalar da Sneijder ve Eto'o bu takıma gelmekle hem kendileri hem de Inter için en doğru olanı yaptılar.
Bu takımdan bir oyuncu kesinlikle ayrı bir paragrafı hakediyor. Bu akşam oynanan Juventus maçının 30. dakikasında Maicon, hücum ettiği bir pozisyonda yerde kalır ve Juventus'lu oyuncunun topu dışarı atıp atmamaktaki kararsızlığını eliyle ona devam et işareti yaparak geçiştirir. İşte bu Maicon'un, Dani Alves varken neden Brezilya Milli Takımı'nın sağ beki olduğunu gösteren bir örnektir. Oyuna saygısı ve bağlılığı üst düzeyde olan bir oyuncu Maicon. Belki Alves kadar gösterişli değil ama onun kadar etkili ve ve ondan daha karakterli bir oyuncu.
Evet, Barcelona yüzyılın takımı olabilir. Ama unutulmamalıdır ki Barcelona Batman ise, Inter de Joker'dir. Yenilse de, kaybetse hatta tokat yese de daima "En iyi kötü" olarak hatırlanacaktır.

Dos Santos'un uçağı...

Uçağının inmesiyle bildiğimiz manzaralar eşliğinde başlıyor Meksikalı Dos Santos'un Türkiye serüveni. Türkiye'ye gelen birçok ismi büyük oyuncuyu yüzler,binler karşılar ama pekçoğuna sadece tercümanı veda eder dönüş yolculuğunun öncesinde. Dos Santos'unda kaderini önümüzdeki 6 ay çizecek.
Galatasaray'ın devre arasında yaptığı ve herkesi kıskandıran transfer hamleleri, sanki ilk yarıyı başarısızlıkla kapatan bir takımın başkanının takımı sil baştan yaratması gibi algılanabilirdi. Ama gerçek öyle değil tabi. İlk yarı karnesi, arada sekteye uğrasa da oldukça başarılıydı.
Devre arasında özellikle bu kadar kariyerli oyuncuları alabilmek tam anlamıyla bir "yönetim" başarısıdır. Ama kahraman yaratmaya çok meraklı olduğumuzdan bunu bir "yönetim" değil "yönetici" başarısı olarak gösterenler de az değil. Vitrinde gözüken adam Haldun Üstünel ama nokta atışı denilebilecek bu transferleri hem de minimum risk/maksimum kazanç ilkesiyle yapmak arkasında ciddi bir "scouting team" in olduğunun işaretlerini veriyor bana. Elle tutulur bir bilgim olmasa da, eğer Galatasaray bu scouting hamlesini yaptıysa, ciddi anlamda bunun meyvelerini yiyor şimdi. Devre arası kariyerleri düşüşte olsa da çok değil 2-3 sene evvel, avrupa'nın isminden bahsedilen yıldızları idi bu oyuncular. Her transfer gibi bu transferler de risk taşıyor ama okuduğumuz kadarı ile harcanan paranın miktarı, oyuncuların kiralık olması ve Dos Santos'un satın alma opsiyonlu alınması riski minimuma indiriyor.
Şöyle de bir gerçek var Galatasaray'ın özellikle bu son iki senede yapmış olduğu yabancı transferler herkesin içine siniyor ki, sinmediği zaman neler olabileceğini Tabata transferinde gördük, görüyoruz.
Bu transferler ile kağıt üstünde oldukça zengin bir hücum gücü oldu Galatasaray'ın. Şimdi çimler üstünde izleyeceğiz onları ve bu yıldızlar takım olabilecek mi sorusuna cevap arayacağız. Transfer başarılarını sportif başarılar tamamladığı sürece devamlılık ve istikrar gelir. Galatasaray'ın önünde hayati önem taşıyan bir 6 ay var şu anda. Başarı gelirse, o başarının üstüne yeni hamleler yapmak çok daha kolaylaşacaktır.

26 Ocak 2010 Salı

Salvador Cabanas

Sporcu ölümleri hep sarsmıştır beni. Hele ki daha önce izlediğiniz, bir yerlerden aşina olduğunuz bir sporcu ise...Ayrton Senna, Marc Vivien Foe, Conrad Macrae, Antonio Puerta, Reggie Lewis ilk çırpıda aklıma gelenler. Onlar belki de olmayı en sevdikleri yerde verdiler son nefeslerini. Salvador Cabanas ise futbol sahasında değil bir barda vurularak kaybetti hayatını. Cabanas ismine yabancı olanlar için Şili ve Meksika'da iki defa defa gol krallığı yaşamış, Paraguay milli takımında da oynayan bir futbolcu olduğunu söylersek sanırım Güney Amerika futbolu için kalburüstü bir oyuncu olduğunu anlatabiliriz. Benim onun ismini keşfetmem ise yıllar önce kendisini CM'de Bayern Münih ile destanlar yazan kadroma katmam sayesinde olmuştu. O zamanlar beklentimi karşılayamayarak üzmüştü beni ama şimdi ölüm haberi ile gerçekten üzdü.
Güle güle Cabanas...

29.01.2010/NOT: Bu yazıyı, www.turkspor.net'in Cabanas'ın hayatını kaybettiğine dair haberine dayanarak yazmıştım. Ancak şimdi birçok kaynakta Cabanas'ın hayatta olduğu ve hatta iyileşme belirtileri gösterdiği haberi var. Hep en doğru haber verdiği ile övünen turkspor.net yetkilileri de benim yaptığım yanlışa düşmeyip, haberlerini başka kaynaklardan doğrulamalılar. Yoksa şu anda olduğu gibi güvenilirliklerini yitirirler. Son söz: Yukardaki satırları aynen saklıyorum. Umarım bu yazıya inat iyileşir ve tekrar ait olduğun yere, futbol sahalarına dönersin Cabanas.

25 Ocak 2010 Pazartesi

One more "24"




Jack Bauer geri geldi! 8. gün başladı. 24'ün en güzel yanı da, yeni sezonun başladığını 4-5 bölüm sonra hatırlayıp, o bölümlerin hepsini tek doz halinde almak olsa gerek. Bu geleneği bozmadan bu sezona da ardarda izlenen 4 bölümle başladım. Ama kocaman bir hayalkırıklığı ile...

Bol aksiyonlu, adamın kanını donduran sezon başlangıçlarının aksine çok sıradan başladı bu sefer. Öyle ki Jack bile torun torbaya karışmış, televizyonun karşısında kanepede çocuk bakıyordu. O sahneyi görünce "Heyyy gidi koca Jack, sen bu hallere düşecek adammıydın. Kanepede emeklilik günlerini mi geçirecektin.Gözlerim kör olaydı görmeyeydim bunu." diyesim geldi ama çok geçmeden bela geldi Jack Bauer'i buldu.

Dizinin bu sezonu NewYork'a taşınınca o bildiğimiz CTU gitmiş, yerine Star Wars'dan fırlama bir mekan gelmiş. 7 sezonluk telefon melodisi bile değişmiş. Chloe bile bu teknolojiye uzak kalmış ki görülecek şey değil.

Yeni karakterler de itici geldi nedense. CTU başkanı kamburu çıkmış, basiretsiz adamın teki. Daha ikinci bölümden antin kuntin işlere girip, ajanlarla yüz göz olmaya başladı. Esas kızlardan birini oynayan Dana Walsh karakteri de fazla yapmacık olmuş. Gözler Nina Myers'ı aramakta aradan sezonlar geçse de.

Cole Ortiz de yeni esas oğlan. Freddie Prinze canlandırmış. Sert ajan rolüne gitmez diye düşünmüştüm başta ama yenilerin içinde en sırıtmayan o. Yine de bir Tony Almeida karizmasına ulaşması imkansız.

Sözün kısası, 24 bildiğimiz 24 gibi başlamadı ama varsın olsun. 7 sezondur sevdik onu, bir 7 sezon daha severiz...

Tabata mı, Delgado mu? Peki ya Necip...

Dondurucu soğuktan kaçarcasına eve girip, ayaklarımı şöyle bir uzatıp NTVSpor'u açmıştım ki yine aynı bayat Delgado haberleri dışardaki soğuk daha mı iyiydi acaba diye düşündürdü beni. Bir Delgado kandırmacasıdır gidiyor Beşiktaş'ta. Sezon öncesi iki kupanın rüzgarını arkasına alan Demirören, Delgado'nun sözleşmesini dondurmak için binbir türlü takla atmıştı. Peki ya ne için? Son Denizli şaheseri olan bir '10,5 numara' alabilmek için...Hoca'nın bu politik, gündem yaratan sözleri de olmasa medya gündem yaratmakta zorlanacak gerçi ama, bu sözlerin içini doldurmadığınızda da taraftarın karşısında komik duruma düşüyorsunuz. Ardından ne oldu? Mantık sınırlarını zorlayan bir alışverişle, Santos'un eski 10 numarası, Antep'in altın yumurtlayan tavuğu Tabata, Beşiktaş'ın yeni '10,5 numarası' oluverdi. Tarih bir kez daha tekerrür etti. İstanbul'un Anadolu olmadığı bir kez daha anlaşıldı. Tabata da boğazın sularında boğulan bir Anadolu/İstanbul transferi olarak yerini aldı hafızalarımızda. Şimdi sahneye koyulan oyun ise çok bildik, çok tanıdık. Diyoruz ya millet olarak bizde balık hafızası var, şimdilerde de 3 senedir takıma ne verdiği meçhul Delgado'ya 'gel bizi kurtar' muamelesi çekiliyor. Elin oğlu bu kırılgan, "buçuklu on" lardan vazgeçerken biz hala onlardan medet umuyoruz. Futbolun yeni tanrıları Gerard'lar, Xavi'ler,Lampard'lar olmuşken biz neden Delgado'ların peşinde koşarız. Cevap çok basit...Günü kurtarmak için...

Beşiktaş'ın bu karanlığının içinde kamp döneminde parlayan ufak bir kıvılcım vardı. Necip Uysal...Kötü giden bir takımda, altyapıdan gelen gençlere haddinden fazla övgüler yağdırılması klişedir, hep bildik manzaradır. Birkaç maç sonra bu genç çocukların da o takımın içinde kaynayıp gitme olasılığı oldukça fazladır. Ama bu gencin kendine örnek aldığı isim ise, Sergen, Alex, Hakan Şükür ya da Emre değil. O kendine Frank Lampard'ı örnek alıyor. Bunu da saha içinde o kadar belli ediyor ki. Hareketleri, futbol oynama hevesi, oyunu sahiplenişi ve mücadelesi, örnek aldığı yukarıda saydığım o futbol tanrılarından birine o kadar benziyor ki. Necip, Lampard olur mu? Bu zihniyetle, bu ülkede çok zor. Ama başka birşey yaptı o, ezberi bozdu. Farklı birşey söyledi, sahada bir duruş sergiledi. Oynarken titremedi. Futbolu yönetenler de keşke biraz gözünü açsa ve üzerine titremeleri gerekenin Tabata'lar, Delgado'lar değil de Necip'ler olması gerektiğini farketseler.

24 Ocak 2010 Pazar

'Internazionale' bir derbi...

İtalya'nın Roma ve Torino derbileriyle beraber en büyük derbisidir Milano derbisi. Diğerlerine kıyasla daha markalaşmış olan bu Milano takımlarının karşılaşmaları belki Lazio-Roma kadar ateşli değildir ama en az onunki kadar heyecana, hikayeye ve tarihe sahiptir. İtalyan futbolunun son yıllarda İngiltere ve İspanya futboluna göre her anlamda geri kalmış olması bile bu derbinin popülerliğini azaltmamıştır.
1947'den beri aynı evi paylaşan, adeta birbirlerinin küllerinden doğan Inter ve Milan, çoğu derbinin hikayesinde olduğu gibi zıt kutupların, farklı sosyal sınıfların desteklerini almıştır tarihleri boyunca. Futbolun romantik yüzüdür bu derbilerin hikayeleri. Her biri ayrı ayrı keyiflidir. Okudukça, öğrendikçe futbolun asla sadece futbol olmadığını bir kez daha görür ve Simon Cuper'e bir kez daha teşekkür ederiz bize bunu bu kadar sade ama bu kadar net bir cümleyle anlatabildiği için.

O sisli ve gizemli görüntüsüyle, kimi zaman televizyonun başında bile beni stadın içinde hissettiren gürültüsüyle Giuseppe Meazza'da daha öncekiler kadar heyecanlı bir derbi oynandı bu akşam. Yıllardan beri bir türlü kabuk değiştiremeyen, bizim Hakan Şükür'leri, Sergen Yalçın'ları yaş haddinden emekli ettiğimiz yıllarda halen 40'lık Favalli ile defans, 36'lık Inzaghi ile hücum yapmaya çalışan Milan'ın son yıllardaki makus talihi yine değişmedi Inter karşısında. Orta sahasını bizim Komedi Dans Üçlüsü kadar eski olan Pirlo-Gattuso-Ambrosini'den kuran Leonardo, bu üçlüye, birkaç ay öncesine kadar hepimize dalga malzemesi olan ancak bu süre içinde tekrar toparlanan Ronaldinho ile yaratıcılık, artık 3-4 metrekare içinde futbol oynayan Beckham ile de biraz karizma eklemiş. İşte bu haldeki Milan orta sahası, haliyle her biri adeta bir Buldog kıvamında olan Inter ortasahasına yine dayanamadı. Üstelik daha 25. dakikada en yaratıcı Interli Sneijder, bize 'aaa Avrupa'da da alkıştan kart çıkıyormuş' dedirten bir hareketten sonra atılmışken. Mourinho bu orta sahaya o kadar güveniyor ki, 10 numarasını kaybetmişken bile herhangi bir müdahele gereğini görmedi oyuna. Eski Real'li Cambiasso, Eski Barca'lı Motta, Orhan Gencebay misali yıllardır tipi değişmeyen adam Zanetti, Muntari, Stankoviç hepsi de bugünün futbolunu en doğru ve en acımasız şekilde oynayan adamlar. İşte bu ortasaha karşısında bir kişi fazla oynayan Milanlılar bile farketmedi belki bu fazlalığı. Kuruluş amacına son derece uygun 11/7 İtalya dışı oyuncularla oynayan, bir Portekizli'nin yönettiği Inter herkese, futbolun yeni yıldızının 'yıldızsız kurulan ortasaha' olduğunu, tam 70 dakika, 10 numarasız ama 10 numara bir top oynarak gösterdi. Şimdi bugünden tam bir ay sonra, 24 Şubat'ta bu sezonun belki en formda takımına karşı oynayacaklar. Bence zirvede olmayı artık hakettikleri bu sezonun en önemli maçına çıkacaklar. Gönlümüz seninle Inter...